Roman, Türk edebiyatına Fransızcadan yapılan basit çevirilerle girdi. Yıl 1862’ydi, Fénelon’un romanı Türkçeye Yusuf Kâmil Paşa’nın çevirisiyle ‘Terceme-i Telemak’ olarak çevrildi. Sonra Victor Hugo geldi… İlk Türk romanıysa bundan 10 yıl sonra yayımlanacaktı. Şemseddin Sami’nin ‘Talat ile Fitnat’ın Aşkı’ adlı eseri, ana-babasının zorlamaları sonucu istemediği biriyle evlendirilen ve sonunda kendini öldüren genç bir kızı anlatıyordu. Sonra Ahmet Midhat Efendi’ler, Recaizade Mahmut Ekrem’ler geldi. Türk edebiyatı akımlardan etkilendi ve yazıldığı döneme ışık tutan eserler üretildi. Kimi yazar insanı öne çıkardı, kimi tarihi, siyasi tutumunu, kimi cinselliği… Hepsi biricikti, hepsi bize masa başında yazılmış gibi görünen ‘gerçek hayatlar’ı anlattı. Okuyana ‘hayatın anlamı’nı sorgulattı. Bir liste yapıp romanlara gömülsek insanların, ülkelerin, psikolojinin, siyasetin nasıl değiştiğine dair tarih dersi almamız da kaçınılmaz. İşte biz de bu büyük fotoğrafa bakalım istedik. Hürriyet Pazar olarak ‘sinema’ ve ‘müzik’ soruşturmalarının ardından eleştirmenler, yazarlar, akademisyenler, edebiyat öğretmenleri ve yayıncılardan oluşan 100 kişilik bir jüriyle ‘Türk Edebiyatının Gelmiş Geçmiş En İyi 100 Romanı’nı çalıştık. Tavsiyemiz bu listeyi alın ve onun izinden bir kütüphane oluşturun.
Nasıl seçtik?
Sıralama, jüri üyelerinin listelerindeki filmlere sırasıyla 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1 puan verilmesiyle gerçekleştirildi. Tercihlerini sırasız veren üyelerin listelerindeki yapımlaraysa eşit olan 1 puan verildi.
1- ‘İNCE MEMED’İ OKUDUĞUMDA 13 YAŞINDAYDIM (HASAN ALİ TOPTAŞ YAZDI)
Hevese ‘havas’ derler, biz çocukları da, “Her şeye havas etmeyin, her şeye havas etmeyin!” diye sürekli uyarırlardı. Uyaran ses annemizin, babamızın ağzından konuşan yoksulluğun sesiydi hiç kuşkusuz. Bu uyarıların kıskacında, daha o yaşta içimiz kocaman bir heves mezarlığına dönüşmüştü. Heves ettiğimiz şeyler, ergenliğimizi süsleyecek ufak tefek şeylerdi aslında; kemerdi, gömlekti yahut İspanyol paça bir pantolondu. Hadi diyelim, cafcaflı bir dolmakalem ya da jantlarından parıltılar saçan, gidonu püsküllü bir bisikletti. Sonra ben kendimde nasıl bir cevher gördüysem artık, tuttum, bağlamaya heves ettim ve ağlaya zırlaya, sonunda bir bağlama edindim. Edinir edinmez de kasabadaki bir bağlama ustasının öğrencisi oldum.
Huzuruna vardığımda ustamın ilk işi, bağlamanın plastik tezenesini alıp yere fırlatmak oldu. Fırlatırken de, “Tezene dediğin kiraz kabuğundan yapılır yahu”, diye bağırdı. “Ders bir”, dedim ben içimden ve hemen seğirttim tabii, kirazların gövdesinden kabuk kestim geldim. Usta onlardan tezene yaparken, elinde çakı, bana uzun uzun ağaçları anlattı sonra. “Köklerinden ayrılınca ölmezler, toprağa karışıp yok oluncaya kadar yaşarlar” dedi ve bu konuda sağdan soldan, kapıdan pencereden çeşitli örnekler verdi. 22 yıl sonra yazacağım gürgenin hikâyesi zihnimin uzak bir köşesinde o sırada mı yeşermeye başladı, hiç bilmiyorum. Bildiğim şu ki, yanından ayrılırken ustam sıkı sıkı tembihledi beni o gün; “Eve gidince bağlamayı duvara yaslama, sapı eğrilir sonra, düzen tutmaz, tavana as, boşlukta sallansın” dedi.
İnce Memed – YAŞAR KEMAL 1955
Aldığı puan: 431
Ben de öyle yaptım, bağlamayı tavandaki çengele astım. Aman başına bir iş gelmesin diye, dikkatlice yaptım bunu. İşte, tavandan sarkan hevesimin altına kurbağa gibi yüzükoyun uzanmış, arkadaşımdan ödünç aldığım Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ini okuyordum o günlerde. Büyük bir heyecanla okuyordum. Hatçe Kozan’a sevk edilirken Memed onu jandarmaların elinden almıştı artık, Iraz’la birlikte üçü mağarada saklanıyorlardı. Yokluklarla dolu, koca bir kış geçmişti üstlerinden. Derken, ikide bir iz sürme tutkusuna yenik düşen, düşünce de iyiliği, kötülüğü unutup adeta kendinden geçen Topal Ali yeniden çıktı sahneye. Fakat bu sefer tuttu kendini, Asım Çavuş’un ısrarlarına rağmen izini sürmedi Memed’in. Yine de jandarmalar mağaranın önüne kadar geldiler ve çatışma başladı. Aniden silah sesleriyle doldu ortalık. Benim elim de yanı başımda duran üzüm tepsisine daha hızlı gidip gelmeye başladı o sırada. Üzüm tanelerini koparıp koparıp ağzıma atmıyor, namluya sürüyordum sanki. Derken tuttu, çatışmanın en şiddetli yerinde Hatçe’nin doğum sancıları başladı. O an ne yapacağımı şaşırdım ben, şaşırdım ve kulaklarımda yankılanan Hatçe’nin çığlıklarıyla birlikte silah seslerinin arasından doğrulup heyecanla ayağa kalktım. Kalkar kalkmaz da başım tepemden sarkan hevesime çarptı tabii, hevesim çengelden kurtulup yere düştü ve kırıldı.
‘İnce Memed’i okumaya başladığımda 13 yaşındaydım ama o gün romanın sonuna geldiğimde 13’ünde değildim kesinlikle, iki günde birkaç yaş birden büyümüştüm. Zihnim derin bir nefes almıştı sanki, renkleri, kokuları, sesleri ve ışıltılarıyla birlikte tabiat gelmiş, içime dolmuştu. Bütün bunların yanı sıra, yazma hevesim de hatırı sayılır ölçüde rüzgâr almıştı, hissediyordum. Uzun süre hissettim bunu.
40 küsur yıl sonra da, Ethem Baran, Abdullah Ataşçı ve ben, Yaşar Kemal’i dünya gözüyle görelim dedik; “İnce Memed’i 13, 14 yaşlarındayken okuduk, sizin cümlelerinizle büyüdük, diyelim” dedik ve bu hevesle kalktık, yola düştük. Bir gün önceden gitmiştik İstanbul’a. Ertesi gün Yaşar Kemal’in evine giderken ne götüreceğimizi bilemiyorduk bir türlü, çikolata mı götürsek yoksa tatlı mı diyor, acaba çiçek mi yoksa bir biblo mu diyor ama bunların hiçbirine karar veremiyorduk. İçimizden Anadolu’daki dağları, ovaları, nehirleri apak bir mendile koyup götürmek de geçiyordu elbette. ‘İnce Memed’de tasvir ettiği, o yüzü yapraklarla, öpüşen kuşlarla, öpüşen çiçeklerle, yürüyen sularla süslü çorapları götürmek de geçiyordu. Biz bunları konuşurken aniden ortaya çıkan bir sağlık sorunu nedeniyle ertesi günkü randevu iptal edildi o akşam. Biz de, hevesimiz kursağımızda, Ankara’ya döndük böylece.
Çoğa varmadan, sözlü kültürle yazılı kültür arasında geniş bir köprü kuran o güzel insan da erişemeyeceğimiz yere gitti.
HASAN ALİ TOPTAŞ’IN LİSTESİ
1. Saatleri Ayarlama Enstitüsü
2. Tehlikeli Oyunlar
3. Aşk-ı Memnu
4. İnce Memed
5. Bereketli Topraklar Üzerinde
6. Kara Kitap
7. Sevgili Arsız Ölüm
8. Puslu Kıtalar Atlası
9. Anayurt Oteli
10. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
2- DAHA ÖNCE KİMSENİN AÇMADIĞI BİR KAPIYI ARDINA KADAR AÇTI (PROF. DR. YILDIZ ECEVİT YAZDI)
Gazetenizin yaptığı araştırmada ‘Tutunamayanlar’ın ikinci olduğunu öğrendiğimde şaşırmadım. Ama aklıma onun bir arkadaşıyla yaptığı bir konuşma geldi. İçim burkuldu. Kitaplarının yok sayıldığından yakındığında arkadaşı Uğur Ünel, ona bütün öncü sanatçıların aynı şeyi yaşadığını, ancak ölümlerinden sonra anlaşıldıklarını söylemişti. Atay bunu isyan ederek haykırmıştı: “Ben yaşarken anlaşılmak, okurumla bütünleşmek istiyorum.”
En güzel öykülerinden biri olan ‘Demiryolu Hikâyecileri’nin son cümlesinde, “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba” der. Şimdi bizi bir yerlerden izliyorsa, eminim bu sonuçtan çok hoşlanmıştır. Ve eminim; yaşam, Türk edebiyat çevreleri ve düş kırıklığı odaklı bir espri de yapmıştır.
OĞUZ ATAY 1971
Aldığı puan: 378
Atay 1968’de, Sevin Seydi’yle paylaştığı Beyoğlu’ndaki evde ‘Tutunamayanlar’ romanını yazmaya başladığında, Türk edebiyatında o güne değin birkaç kez hafifçe aralanmasına karşın kimsenin açmadığı bir kapıyı ardına kadar açtığının bilincindedir. Atay’ın, eski model büyük daktilosunun başında aylar boyu soluk almadan yazmayı sürdürdüğü, Türk edebiyatı için şaşırtıcı kurgu/biçim denemeleriyle dolu bu avangard roman için ana engel, yalnızca Türk edebiyatının biçimci yeniliklere kapalı yapısı değildir. Romanın yazıldığı yıl, Batı ülkelerinde büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçer. Kurulu düzene bir başkaldırı görünümü alan öğrenci ayaklanmaları Türk üniversitelerine de sıçrar. 1960’ların sonundaki Türk edebiyatı her zamanki gibi toplumsal bir yönelim içindedir. Ancak Batı’dan farklı olarak o, toplumsallığı her türlü yeniliğe sıkı sıkıya kapalı bir edebiyat anlayışının odağına oturtmuş, çevresine statükocu bir estetiğin kozasını çelikten iplerle örmektedir: bir yüzyıl öncesinin realizm adı verilen akımına biçim ve içerik düzlemlerinde dört elle sarılmış bir anlayışın ördüğü kozadır bu. Türk edebiyatında, arkaik bir estetiğin geleneksel/gerçekçi anlayışla kotarılmış toplumcu içerikli köy romanlarının baş tacı edildiği o günlerde, Atay bu anlayışın tümüyle dışında yer alan yeni bir roman estetiğinin dünyasında yol almaya başlamıştır. Bu, onun için, anlaşılamamaktan kaynaklanan bir yalnızlığın da dünyası olacaktır.
3- SOMUT OLAYLARDAN İNCE BİR MİZAH ÇIKARIRDI (MURAT BELGE YAZDI)
Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatın çeşitli dallarında ‘üstün’ sıfatını hak edecek eserler vermiş bir yazardır. İyi bir şair, yer yer şaşırtıcı yüksekliklere ulaşabilen bir romancı, neredeyse kusursuz bir edebiyat tarihçisi, her zaman özgün bir açı göstermeyi başarabilen bir edebiyat ve kültür eleştirmenidir. Hiç azımsanmayacak bu etkileyici ‘performans’ta bulunabilmesinin en önemli kaynağı, ince zevkinin yanı sıra olağanüstü kültürel birikimidir.
Ahmet Hamdi, kendi ‘değerler dünyası’nda en çok şairliğine önem verdiğini belirtmiştir. Ama geciken ‘popülarite’sini şiirinden önce romanlarıyla elde etmiştir. Öncelikle, ‘Huzur’ ve ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’.
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Aldığı puan: 289
Bu noktada bir çelişkiyle karşılaşıyoruz: Ahmet Hamdi iyi bir ‘roman kurucusu’ değil. Çok iyi başladığı, çok iyi devam ettirdiği romanlarını estetik bakımdan doyurucu bir sonuçla bitiremiyor. ‘Mahur Beste’yi ve ‘Aydaki Kadın’ı yarım bırakmış, ‘Sahnenin Dışındakiler’e fazla titizlenmiştir ama andığım iki başlıca romanında da ‘kitap’ bittiğinde henüz ‘roman’ın bitmediği izlenimi uyandıran, bir ‘tamamlanmamışlık’ duygusu söz konusudur. Bu, büyük bir ihtimalle, kısmen bu romanlarda ele alınan sorunun tartışmasının Tanpınar’ın zihninde bitmesinin bir sonucudur.
‘Ele alınan sorun’ Türkiye, Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında sıkışmış konumu ve bu konumun genel kültür üzerindeki olumsuz sonuçlarıdır. ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Tanpınar’ın kendisi için ‘ezeli’ sayılacak bu soruna mizah yanı en ağır basan yaklaşımı olduğunu söyleyebiliriz. Bu romanında fanteziye de yer vererek Türkiye’de romanın o zamana kadar izlediği ampirist güzergâhı zorlar. Bu roman geleneğinin erken ‘modernist’ girişimi olduğunu söyleyebiliriz. ‘Saatleri Ayarlama’ metaforu, bir medeniyetten, dolayısıyla bir ‘zamansallıktan’ bir başkasına geçme sürecini anlatır. Tanpınar burada bu sürecin tamamı üstüne sözünü söylemek istediği için roman ister istemez bir ‘alegori’ yapısına evrilmiştir. (Fredric Jameson’ın anlatmaya çalıştığı hayatlarda, bir toplumun ana sorunlarıyla nasıl başa çıkmaya çalıştığı serüvenini anlatan bir ‘ulusal alegori’) Ancak Hayri İrdal ve Halit Ayarca’nın ve son derece kapsamlı kutuplaşmanın iki ucunu temsil eden birer simge olmaları, özellikle Hayri İrdal kişiliğinde, bize bir kukla karakter sunuyor.
Bu romanı için ‘hiciv’ tekniğini seçmesi Ahmet Hamdi’nin doğal yeteneğine, mizah duygusuna, öteki romanlarında olduğundan daha geniş bir alan açma sonucunu vermiştir. Tanpınar çeşitli somut olaylardan ince bir mizah çıkarma yeteneğine sahiptir; ama asıl ‘Tanpınar’a özgü’ denecek mizah, hayatın özüne ilişkin olan uyumsuzluktan türeyen mizahtır. Dolayısıyla buradan gelen kahkaha, sanki bulutların üstünden gelerek bize ulaşan bir kahkahadır.
Tanpınar burada kaybolmaya mahkûm bir kültürün ağıtıyla aynı zamanda ‘yeni kültür kurma girişimi’nin başarısızlıklarının da hicvini yapıyor.
Böyle yapması, durum gereği kaçınılmaz ama bunu Tanpınar’ın bir tarafı seçtiği, yalnızca onun erdemlerini yücelttiği, öbür tarafı da toptan reddettiği şeklinde anlamak, Tanpınar’ı anlamamak demektir. Böyle anlayanlar var. Tanpınar’ın 70’lerden bu yana sayısı gittikçe artan hayranlarının önemli bir kısmı tam da bu okumayı yaptıkları için ‘Tanpınarcı’ oluyorlar. Oysa Tanpınar herhangi bir ‘ucun’ militanı değil. ‘Yenileşme’ adına yapılan birçok şeyin ‘absürdite’sinin elbette farkında ama bu ‘yenileşme’… Çabasının meşruiyetini ya da gerekliliğini tartışmıyor; daha önce var olanın yetersizliklerinin de farkında. Asıl Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de gösterdiği gibi, bu uçlar arasında nesnelliği koruyan, durumun güçlüklerini kavrayan, dolayısıyla bir ‘kültür adamı’nın serinkanlı tutumunu sergileyen Tanpınar’dır.
4- TANPINAR’IN EN İYİ ‘ŞİİR’İ ( DOĞAN HIZLAN YAZDI)
Tanpınar kendisini önce ve her zaman ‘şair’ olarak anmayı tercih eden bir isimdi. Diğer taraftan baktığımız zaman yıllardır söylenir; Tanpınar’ın en iyi şiiri ‘Huzur’ romanıdır diye. Çok doğru aslında… Zira Mümtaz ve Nuran’ın yaşadıkları bir mevsimlik aşk hikâyesini, beraberinde İstanbul’u, Osmanlı kültürünü, Boğaziçi’yi ve hatta romanın detaylarında karşımıza çıkan lüfer mevsimini bile tek kelimeyle, ‘şiirsel’ bir dille kaleme almıştır Tanpınar. Roman aynı zamanda Türk edebiyatında Doğu-Batı meselesini sorunsallaştıran, yıllarca bu konu üzerine odaklanan akademik çalışmaların merkezinde yer almıştır.
Huzur – AHMET HAMDİ TANPINAR 1949
Aldığı puan: 218
Cumhuriyet sonrası yaratılan kültürü reddetme veya kabul etme arasında gidip gelen, varoluş sorunlarıyla yaklaşan İkinci Dünya Savaşı’nın korkusunu içinde yaşayan Mümtaz bir tarafta çocuklu dul Nuran’a olan aşkının (Tanpınar bu vesileyle toplum baskısının da altını çizer), diğer tarafta entelektüel açmazlarının arasına sıkışmıştır.
Birçok açıdan Yahya Kemal’i andıran romanın diğer kahramanlarından İhsan aracılığıyla Osmanlı kültürü ile dönemin kültürünün mukayesesini yapan Tanpınar, bir açıdan baktığımızda önemli bir ‘rint’ karakterine de hayat verir. Romanın bir diğer sacayağı ise Suat’tır ki, yaşamı ve intiharıyla hem Mümtaz ve Nuran aşkını etkiler hem de Tanpınar’ın işaret ettiği birçok açmazın da simgesidir. Mümtaz-Nuran-Suat arasında yaşanan çıkmazlarla dolu aşk Tanpınar’ın yazarlık marifetini ortaya koyarken, başta musikisi olmak üzere romanda ele aldığı diğer konular da onun ‘estet’ kimliğinin bir yansımasıdır.
6- MÜMKÜN MÜDÜR BU ÜLKEDE VE BU ÇAĞDA İNSANIN KENDİSİ OLMASI? (MURAT GÜLSOY YAZDI)
Orhan Pamuk, romanlarında sıklıkla son iki yüzyıllık Batılılaşma/modernleşme sürecinin ruhlarımız üzerinde açtığı yaraları ve zihinsel dünyamızda yarattığı fırtınaları anlatır. Özellikle ‘Kara Kitap’ta bu coğrafyanın insanlarının çarpışan bu iki kültürün basıncı altında nasıl ezildiğini ve de nasıl çözümler ürettiğini ortaya koyarken Doğu’nun ve Batı’nın edebiyat birikimini büyük bir ustalıkla yan yana getirir. Üstelik Borges’ten aşina olduğumuz ‘farklı kültürleri ve zamanları birbirleriyle konuşturma’ hali ‘Kara Kitap’ta sırlarla dolu bir şehirde, İstanbul’da gerçekleşir. Artık bir içinde yaşadığımız İstanbul vardır, bir de metinlerin üst üste gelmesiyle kurulmuş bir labirent şehir olarak İstanbul vardır. Dolayısıyla ‘Kara Kitap’ hem biçimsel olarak bir roman hem de bir şehir araştırmasıdır.
Kara Kitap – ORHAN PAMUK 1990
Aldığı puan: 174
Kara Kitap’ın kalbinde yer alan ‘başka biri olma arzusu’ Orhan Pamuk’un romanlarında öne çıkan temalardan biridir. Bu mesele görünürdeki olay örgüsünün bir gereği olarak Doğulunun Batılı olma arzusu ve gerilimine dönüştüğü için yapıtlar genellikle bu eksende tartışılır. Gerçekten de neredeyse tüm romanlarında, yazmanın birincil dürtüsü olan başka biri olma hayali kişisel olmaktan çıkarak, Tanzimat’tan bu yana kesintisiz bir biçimde yaşanan Batılılaşma meselesine evrilir ve bu coğrafyada yaşayan insanların kendilerini değiştirme arzusu olarak yansıtılır.
Örneğin ‘Kara Kitap’ın kahramanı Galip, yaşadığı dönüşümün kaçınılmaz bir sonucu olarak edindiği yeni bakış açısıyla yaşadığı ülkenin de topyekûn ‘başka bir ülke olma’ arzusu içinde olduğunu görür. Toplum bu arzunun yol açtığı endişeleri ve hayal kırıklıklarını her an yaşamaktadır. Kişisel dram toplumsal ölçekte yinelenmektedir. Ancak bunu mekanik bir indirgemecilikten kurtaran yine yazının göreceli ve geçişli dünyasıdır. Çünkü Pamuk’un yapıtlarında, kişisel olanla toplumsal olanın iç içe geçmesi Escher resimlerinde olduğu gibi bir imkânsızlık boyutunun betimlemesi şeklinde yapılandırılmıştır. Bir başka deyişle, tam resmin yarattığı üçboyutlu yanılsamayı çözdüm derken metin odağını kaydırır ve başka bir anlatı düzleminde olduğumuzu fark ederiz. Bu gidiş gelişler özellikle ‘Kara Kitap’ın söylem mimarisini oluşturur. Galip’in Rüya’yı ararken kılavuzu Celal’in yazdıklarıdır. Celal’in yazdıklarıysa bizi zaman ve mekân içinde muazzam bir yolculuğa çıkarır. Bu metinler arası bir yolculuktur. Hikâyeler birbirlerinin içinden doğar, sürgün verir, temalar birbirinin içinden geçerek bizi aynı noktaya, ‘insanın kendisi olma’ sorunsalına getirir. Mümkün müdür bu ülkede ve bu çağda insanın kendisi olması? Hem ne demektir ‘kendisi olmak’? Pamuk’un dünyada bu kadar çok okunmasının bence en büyük nedeni bu soruyu her yapıtında farklı biçimlerde yeniden ve yeniden sormasıdır; çünkü içinde bulunduğumuz zamanın ruhu nicedir bu soruyla meşguldür.
7- TOPRAK DÜZENİ VE MEVSİMLİK İŞÇİLER (NURİ PAKDİL YAZDI)
Romanlar, içinden çıktıkları toplum hakkında, yaşadıkları çarpıklıklar, eksiklikler hakkında önemli ipuçları barındırırlar. Bu yüzdendir ki, klasikleşmiş yazarların romanlarını okumak,
o toplumu tanımamız ve anlamamız bakımından şiddetle önerdiğimiz bir şeydir. Ben, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı okumalarını öneririm gençlere. Ancak böyle yaklaşılabilir bu yazarların, önemli yazarların içinden çıktıkları toplumların hayatlarını anlamaya.
Bereketli Topraklar Üzerinde – ORHAN KEMAL
Aldığı puan: 172
Orhan Kemal’in gerek ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ romanı gerekse diğer romanları, Çukurova’daki toprak düzenini, ırgatlık ve toprak sahipleri ilişkilerini, yoksulluğu, çaresizliği, eğitimsizliği, ahlak problemlerini anlatması bakımından yukarda söylediklerimize uymaktadır. Orhan Kemal’in iyi kullandığı bir roman dili, bir üslubu vardır. Roman kahramanlarını, kendi ağız, şive ve söyleyişleriyle konuşturur ve insanları, bölgeyi çok gerçekçi biçimde sunar okuyucuya. ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ romanı da, Çukurova’daki toprak düzenini ve mevsimlik işçilerin hayatlarını çarpar yüzümüze.
8- UZUN YILLAR TAKDİR EDİLMEYİ BEKLEDİ (HAMDİ KOÇ YAZDI)
‘Aylak Adam’ romanımızdaki ilk büyük mo-
dernleşme hamlesidir. Türk romancısı bugünkü bireyi keşfetmeye ‘Aylak Adam’la başladı. Bireyin iç dünyasının, bireyin bireyliğinin makbul bir roman konusu sayılmadığı, hatta horgörüldüğü, kendisinden sonra da uzun süre hor görüleceği bir devirde yazıldı. Öyle bir romanı bugün yazmak kolay. Ama 1959’da yazmak bir devrimdi. O zamana kadar, hatta ondan sonra çok uzun bir zaman bireyi anlatmanın saygın yolu bireyi toplumsal bilinç ve ilişkiler içinde, mutlaka tarihselliğini belirginleştirerek anlatmaktı. Yakup Kadri, Peyami Safa, Ahmet Hamdi böyle yaptılar. Yusuf Atılgan ise sebepsiz ve zamansız bir bireyi romanının kahramanı yapma cüreti gösterdi. Daha da ileri gitti, tavrı olan bir kahraman yarattı. C, romanımızda modern bireyin abc’sidir. Kendisini açıklamaya, mazur göstermeye, olduğu şey için özür dilemeye ihtiyaç duymayan birey: mutsuz, evet, ama kimseyi suçlamayan, âşık, evet, ama vazgeçmeye hazır, kendi duygusuzluğu, dağınıklığı içinde kaybetmeye mahkâm ama kazanmayı umursamayan, öfkeli ama sessiz, içi hoşnutsuzluk, hatta horgörü dolu. Uğruna yaşanacak şeylerden arınmış bir dünyada.
Aylak Adam – YUSUF ATILGAN 1959
Aldığı puan: 166
‘Aylak Adam’ uzun yıllar takdir edilmeyi bekleyen romanlarımızdan oldu. Zamanından önce yazılmıştı. İçine bırakıldığı hayatta ona açık bir yer olmadığını sanki romanın kahramanı kadar romanın kendisi de biliyordu. Bunu açıklayabilmem zor ama sözünü etmek istediğim bir his. ‘Aylak Adam’ ilk satırından son satırına, gururunu kendi içinde taşıyan nadir romanlardan. Atılgan için alabildiğine kişisel bir yanı olduğunu düşünmeden ve belki sadece yazarlık gururu deyip bırakmam gereken his karşısında sadece romanda konuşan yazara değil romandan sonra susan yazara da derin bir hayranlık duymadan edemiyorum.
9- KADIN VE ERKEK ARASINDAKİ DERİN AŞK (DEMİR ÖZLÜ YAZDI)
‘Aşk-ı Memnu’nun yayın tarihi 1923. İlk bakışta aile içinde geçen bir aşk dramı olarak görülebilecek, gerçekçi roman sayılabilecek ‘Aşk-ı Memnu, Halit Ziya Bey’in üslup sahibi bir yazar olması nedeniyle konusunun sınırlarını aşar, boyutlar kazanır ve derinleşir. Roman bu yanıyla bir Eski Yunan trajedisi halini alır. Bir yanıyla da İsveçli romancı Strindberg’in en sade piyesi olan ‘Matmazel Julie’ dramı gibi çarpıcı bir derinlik kazanır.
Aşk-ı Memnu – HALİT ZİYA UŞAKLIGİL 1900
Aldığı puan: 150
Bu sade kurguyu büyük yapan, yazarın 19’uncu yüzyılda alabildiğine gelişen, çoğalan, çok seçkin bir romanlar toplamı olan Flaubert-Stendhal roman anlayışının dünya roman tarihinde aşılamaz bir yer kaplayan özgün roman alanının bir uzantısıdır. Halit Ziya Bey bu alanı tanıyordu. Öte yandan da roman sanatının bir üslup sorunu olduğunun da bilincindeydi. Kadınla erkek arasındaki derin aşkı, imkânsızlıkların ya da yasakların besleyeceği düşüncesi elbette bu romanı sarsıcı bir roman yapmıştır.
10- BÜYÜK BİR TUTKUYLA İŞLENEN ROMAN (BİRHAN KESKİN YAZDI)
‘Benim Adım Kırmızı’da Orhan Pamuk bugün artık bizden çok uzakta kalan bir zanaati ve dönemin atmosferini öylesine bir tutkuyla anlatmıştır ki, kitabın kendisi bizzat nakış olmuştur. ‘Benim Adım Kırmızı’yı büyük bir merakla okuduğumu hatırlıyorum. Ki çoğu romanı yarısında sıkılıp bıraktığım olur. Orhan Pamuk’un bence bu kitabındaki başarısı okuru atmosferini kurduğu o zaman ve mekânda büyük bir hayranlıkla merakla gezdirmesindedir. Büyük bir tutku ile işleyen bir romandır ‘Benim Adım Kırmızı’.
Benim Adım Kırmızı – ORHAN PAMUK 1998
Aldığı puan: 131