Yaz kızım, Kafka buraya gelecek! Yaşar Kemal sonsuza kadar…

Hiçbir zaman Kafka’nın ülkesinde, Kafka’nın kendi ülkesinde düştüğü duruma düşmedi. Dünyanın alkışladığı, ödüllere boğduğu bir adam bu ülkede hayatı boyunca yargılandı. En çok da bu yüzden Yaşar Kemal sonsuza kadar…   

Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı
Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı1

 Bugün kırk yaşın ağzındayım. Bazen sanki insanı sadece üzen bu düzenin dişleri arasında kalmış gibi bazı kitapların arasında paramparçayım. Bir sürü insanı çok özlüyorum. “Özledim” demek yetmiyor. Çünkü özlem kimseyi geri getirmiyor. Gülhane’de, surların dibinde, Yaşar Kemal’in şehre geldiği ilk günler parasızlıktan, gidecek yeri olmadığından, günlerce –İnce Memed henüz el yazısıyla sayfa sayfa elindeyken-masalını başına yastık edip uyuduğu bankın (şimdi o bank yok orada) olduğu yerde durup durup içlenirim bazen. Paralı, yatılı, soğuk bir yetimhane gibiydi onun için de o günler. Yastan mı yapılmış, yas tutmak için mi bilmem ama bu dünya bir yetimhaneden başka neye benzer ki?  Bazıları sadece konuşur, bazıları sadece dinler. Yaşar Kemal hem konuşur hem dinlerdi. Artık neredeyse yok böyle insanlar. İnsan özlüyor tabii, özlemez mi? “Sokaktan geldik” diyen yazanların sokak neymiş bilmeden attıkları nutukları duyunca “Bu sokaklardan, bu zindanlardan Yaşar Kemal geçti!” Diye bağırasım gelir. “Konuştuğun gibi yaz” demişti. O küçük “çirkin kara kız”a. Konuştuğum gibi yazacağım şimdi. Her satırımın altını onu ne kadar çok özlediğimi göstermek için çize çize. İçinde acı acı bir ezgi dönüp durup yükselirken yine de gülümseyen, gönül kırmayan, bütün insanları seven Yaşar Kemal’i çok özlüyorum ben.

 Yaşar Kemal yetişkin doğmuş tek gözlü bir devdi. Susmuş ırmağı coşturan gürül gürül sesi daha o yaşta yüreğimi kabartmaya yetmişti. Çok küçük sayılacak bir yaşta tanıdım Yaşar Kemal’i. ‘Türkiyeli bir Kürt yazar’ olarak. Bir fuar günü bir kalabalık, bir arbede eline ayağına dolandığımda beni omzumdan tutup doğrulttuğunda, babam ardından “Bak bu Yaşar Kemal, Çukurovalı Kürt yazar” deyip onu parmağıyla gösterdiğinde -ardından göğsü kabara kabara- Yaşar Kemal’i babamın öğretmeni bilmiştim. Fark etmiştim ki Yaşar Kemal babama ne güzel şeyler öğretmişti. Çünkü babam onu okurken bilincini şekillendirmişti. Bir insanın bir insanla birlikte yetiştiğini, geliştiğini görmüştüm böylece. Güzel konuşmak sanat mıdır, sünnet midir bilemem. Güzel konuşmak güzel şeydir işte. Güzel konuşanlardan güzel şeyler öğrenirdi elbette insan. Küçük bir atölyesi vardı babamın. Marangozdu. Az konuşur, çok çalışırdı. 90’larda eve öyle her kitap giremezdi. Komünist oluruz diye korkarlardı galiba. Atölyeye gittiğimde tek tük kitaplar bulurdum ama. Aziz Nesinler, Fakir Baykurtlar, Behice Boranlar, Uğur Mumcular… Talaş kokardı kitapları. Oyma tezgâhının bir ucunda öylece dururlardı, gazetelerin altında, toz içinde. Beni çağıran sesler fışkırırdı sanki o kitaplardan dışarıya.

Yaşar Kemal çok Kürtçe konuşamazdı ama anlardı. ‘Halden anlamak’ buradan geliyor sanmıştım o zamanlar. Bu dünyanın bütün dillerini biliyor gibiydi. Benim çocukluğumda bir yazarın Kürt olduğunu söylemesi, Kürtçe bir şeyler söylemek istemesi, “Kürtçe bir dildir” demesi edebiyattan daha ileri bir şeydi, var olma nazarında bir hukuk mücadelesiydi. İnsanca bir şeydi. Ana dil anadan doğma bir şeydi, anadan gelirdi. İnsan doğuştan bir özelliğini nasıl kesip atsındı ki? Yaşar Kemal “eşkıyanın kızı” dediği anasına hayran bir adamdı. Belki de bu yüzden severdi, dünyanın bütün ana dillerini. Çünkü çoğu insan, “Ben Kürdüm” demeye hem korkar, hem utanırdı. Yaşar Kemal bu utanmayı, bu korkuyu söküp atmıştı; hem kendi kalbinden hem onu okuyanların içinden. Onu okumayanlar bile tanırdı. Yaşar Kemal haksızlığa uğrayan herkesin yanındaydı. Ya tanık ya sanık olurdu, katılmadığı dava yoktu. Bu kevr-u mekândan kendi olarak geçip gitti. Yeryüzünde bir anda belirmiş en muhteşem var olma biçimiyle. Heybetli, coşkulu, sevinçli, içi dolu dolu kuş sesleriyle ve gözleri her şeyi bilen birinin gözleri gibi buğulu. Onun “eşitlik, adalet herkes için” deyişi bir el sıkışmada saniyeler içinde sarmaşıkların insanın bütün gövdesini sarıp sarmalaması gibiydi. Sanki tanrı gözünü onun gönlüne koymuştu, görmek için dünyayı. Bir fırtınadan geçmişti, fırtına dindiğinde rüzgârın sesi kalmıştı kulaklarında. Gözünün içinde dünyayı görmüş, insanı tanımış, kalbi incinmiş küçük inatçı, cesur bir çocuk vardı. Gözünün içine bakan herkese bu cesaret bulaşırdı. Gözünün içinde Çukurova’dan Adana’ya yürüyerek giden destancı bir çocuk vardı. Küçücük bir çocuğun sadece bir çocuk olmadığını bir kayıt cihazı olduğunu bu yüzden en iyi o bilirdi. İnsan bazen bir anda dönebiliyor sırtını dünyaya. Çocuk yaşta bile. Yaşar Kemal bunu bilirdi ama sırtını dünyaya hiç dönmemişti. Bunu daha çocukken tecrübe etmişti. Çünkü çocukluğun ‘kayıp dönem’i yoktur. Yetişkinler öyle zanneder. Bunu yetişkinler uydurmuştur.

İnsan ilk etapta uzaktan bakınca sanıyordu ki, pek bir şey görmüyor. İnsanı asıl bu kadar ünün, şöhretin kör ettiğini sanıyor. Oysa bir tek gözüyle insanın içini okuyordu Yaşar Kemal. Bir masal diyarından gelmiş gibiydi. Hem Dostoyevski hem Homeros’tu. Onun bir tek gözü yaşarınca insan boğulacak gibi hissediyordu kendini, bu bir başınalığın içinde. Ben çoğu şeyi okuyarak, yazarak ama çoğu şeyi durup uzaktan insanlara bakarak öğrendim. O da öyleydi sanki. Bir tek farkla, o insanların arasında olmayı seviyordu. O insanları seviyordu. İnsanı sevgi iyileştirir, o buna inanıyordu. Yoksa beni böylece peşinden sürükleyemezdi.  Her genç yazan gibi ait olmadığı yerde olduğunu bir şekilde hissedenlerdendi. Öksüz çiçeği gibi dururdu istenmediği yerlerde. Hem çirkin, hem de rengârenk. Bir yaban otu gibi öte yandan… Ne yapsalar ne etseler hiç gidemedi yurdundan uzağa, kök salmıştı, en sevdiğini yitirdiği bu ülkede. Gönül kırmanın cinayetle eşdeğer olduğunu söylerdi. Ve insanların en kötüsünün bile bu yüzden gönlünü kırmıyor, gözünün içine bakıyordu. İnsanların birbirlerine duyduğu bu yersiz öfke, bu gereksiz kıskançlık, bu kendini yiyip bitiremeyen kibir onu kirletemiyordu hiç.  İnsanı tutup bir değersiz nesne gibi bir görünmeze, bilinmeze fırlatıp atma isteği diğer insanların, yalnız onu eğip bükemiyordu. Buna benzer bir duyguydu tas tamam, Yaşar Kemal’in bir gözünü bir bayram sabahı bir bıçakla bir kazanın karartması. Sahi, o kocaman gövdelerin içinde kalbin kırılan bir şey olduğunu niye kimseler bilmezdi?

Yazının devamını okumak için tıklayın