Modern Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Aleksandr Puşkin’e göre, kamusal meydanlarda doğan ve insan ruhunu, tutkularını yöneten dram sanatı düş gücümüzün acıma, merhamet, gülme veya dehşet tellerini titreştirdiğinde etkili olur. Sanatçı algıladığı haliyle “zamanın ruhu”nu, genel toplumsal ruh halini ve o halin içindeki bireyi anlatırken izleyiciyle arasında bu teller üzerinden ortak bir titreşim kurulursa yapıt kalıcı bir iz bırakır.
Bazı dönemler, bazı coğrafyalar bu etkileşim için neredeyse doğal bir ortam oluşturuyorlar. Bizim ülkemizde Adana da 20. yüzyıl için bu tarz ocaklardan biri oldu. Bunun nedenlerini aramak istersek, Puşkin’in dram sanatı için dile getirdiği ama genelde edebiyata ve sinemaya da uygulanabilecek formül üzerinde de durmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu “teller” Adana’da, Çukurova toprağında neredeyse çıplak halde ortada duruyorlar.
Onları sinemada en ustalıklı bir şekilde ve hep ezilenden yana titreştiren sanatçıların başında da sadece bizim değil, dünya sinemasının da tartışmasız bir değeri olan Yılmaz Güney geliyor.
Endişe
1974’te “Endişe” filminin çekimleri için Adana’daydım. Yılmaz Güney ile çekimler öncesinde konuşuyorduk. Ben neredeyse apar topar getirildiğim için çekilecek film hakkında bilgi almaya çalışıyordum. Yılmaz Güney’in niyeti, belgesel tadında bir film çekmekti. Mevsimlik tarım işçilerinin, topraksız köylülerin hayatını yine onların oynamasını istiyordu. Oyuncularını doğrudan tarlada çalışan köylülerden seçmiş, profesyonel oyuncu olarak da Kâmuran Usluer ve beni projeye dahil etmişti. Pamuk tarlasındaydık. Mevsimlik işçiler gelmiş, çadırlarını kurmuşlardı. “Ne yapıyoruz Yılmaz Ağabey” diye sordum. “Sen benim kardeşimi oynayacaksın” dedi. “Senaryoyu görebilir miyim” diye sordum. İşaret parmağıyla başını işaret etti, “Senaryo burada” dedi. Kostümlerim tarlada çalışan kadınlardan toplandı. “Al, giy bunları” dedi. Otele dönünce odaya çıktım, giysilere bir baktım, hepsinin üstü bit kaynıyor. “Yılmaz Ağabey, ben nasıl giyerim bunları. Hepsi bit kaynıyor” dedim. “Pire itte, bit yiğitte olur” deyip güldükten sonra, tarlada çalışanları göstererek “Bu, onların hikâyesi. Onlar gibi olacaksınız, bu gerçeği taşıyacağız ekrana” dedi. Neyse ki bir ara çözüm bulundu, giysiler kaynatıldı da hiç değilse bitlerden kurtulmuş oldum.
Sarı sıcak deyiminin ne manaya geldiğini, sıcakla acının nasıl iç içe geçtiğini, hayatın ne kadar değersiz sayılabileceğini o yaz Çukurova’da öğrendim. Çekimler bitip biz Adana’dan ayrılırken o çadırlarda yedi çocuk ölüsü kalmıştı.
Yazının devamını okumak için tıklayın