Zeynep Kural – İnce Dokunuşlar

Arada, çakırdikenleriyle kaplı, gidile geline incecik bir patika yol oluşmuş kadar mesafe vardı, çok yakın değil ama arka kapıdan bakıldığında ne yaptıkları görülecek uzaklıktaydı.

Çocukluğum zaten hep onların anlattıklarını büyük bir keyifle dinlemekle ve yaşadıklarını da gözlerim parlayarak izlemekle geçti, ablamlar ve ağabeylerim küçüklüklerinden beri, yazları nasıl da her fırsatta koşa koşa o eve gittiklerini, sofralarına ortak olduklarını, birlikte oturdukları o sofranın her zaman, ama her zaman nasıl da keyifli, bereketli geçtiğini ballandıra ballandıra anlatır dururlardı.

Hatice teyzeler, ya da nam-ı diğer Hatçe’ğbiler.

Babamın akrabasıydı aynı zamanda, kocası Hüseyin dayı da çiftliğin tüm işlerine bakardı, boy boy, ikişer yaş arayla, her biri bizimkilerin yaşlarına denk sekiz mi dokuz mu çocukları vardı. Çoktan betonarme oldu ama sanırım kerpiçtendi, eski evlerini hatırlarım, yan yana dizilmiş, iki üç odalı evin önündeki dut ağacının altına koydukları römorkta, yaz akşamları yan yana dizilmiş yataklarda yatarlardı.

Ailenin son çocuğu olan ve aradaki yaş farkından dolayı tek çocuk gibi büyüyen benim çocukluğumda da o zamanki çocukların her biri genç bir yetişkin olmuş, devir dönmüş, sıra, ailenin ben yaştaki çocuklarına gelmiş ve gelenek bozulmamıştı, bazı yazlar köye gittiğimizde, artık orta yaşın üzerindeki Hatçe’ğbi ortalıkta yine koşuştururdu.

Ya bizim bahçede ya da onların bahçesinde oynarken akşamüzerleri otlaktan gelen ineğini sağan, çıkan sütten tereyağı yapan, yayıkta ayran çırpan ve bütün bunları ilk kez gören benim için Hatçe’ğbiyi şaşkınlıkla izlemek en büyük keyfimdi.

İşte böyle akşamların sabahında,

Bazen konu komşu toplaşıp, toprak yolun hemen yanındaki küçük, karadutun altına kurdukları ekmek tahtalarında güle oynaya ekmek yapan kadınların arasında dolaşmak, kuru çökeleğe doğradıkları çiğ soğanla sardıkları sıcacık sıkmayla güne başlamak, üzerine, en sona yağladıkları katmeri beklemek,

Bazen de yataklarını toplayıp da römorkun gölgesine kocaman sofra bezini yaydıklarını gördüğümde, annemden izin alıp, -çok kalabalıktılar çünkü- o sofrada yer kapabilmek için dikenlerin bacağımı çizmesine aldırış etmeden koşardım.

Yıllardır böyle gelmişti, sanki biz de o ailenin üyesiydik de gitmezsek olmazdı, hem onların kalbinde hem de bizim gönlümüzde bu duygu yatardı.

Kocaman bir çaydanlık, biz çocuklara bolca sulandırılmış paşa çayı, -biz yufka ekmeğe bayılırdık, onlar da bakkala gelmiş somun ekmeğe, şehir ekmeği derlerdi hatta- sulanmış, yumuşamış, kocaman bir tencerede muhafaza edilen onlarca yufka ekmek, gıdaklayan tavuk doluydu her taraf, arada bir o sütten yapılmış tereyağına kırılmış yumurta, tazecik beyaz peynir, kuru çökelek, bakkaldan alınmış siyah zeytin, bunca boğazı, belki de o yoklukta doyuran bu bereket, en çok da kalabalıkla yenilen, neşeyle gülünen o sofra benim gibi zor yiyen bir çocuğa bile büyük bir zenginlikti.

O zamanlar köylerde bir yaşam vardı ve bu doğallığı koruyan, yaşatan, çoğaltan insanlar. Ve en mühimi de o zamanlar ellerden, evlerden, sofralardan, gönüllerden bereket taşardı.

https://yeniadana.net/kose-yazilari/o_zamanlar_koylerde_bir_yasam_vardi-7317.html?fbclid=IwAR2qDb3ytKutW9ZTlBJ8evWxRbqjPjesKaiEjo0OcALkvJ05ZViNctpbKrI