O büyük felaketin yaşandığı günlerin hemen ardına, ertesi hafta, bir ümitle sesinizi duyacağımızı zannettiğimiz ama sizlere mezar, bizlere de ömür boyu yürek acısı olacak olan o enkaz yığınının başını beklediğimiz dört günden sonra şöyle bir arabayla önünden geçmiş, içimizin alevini harlayınca, fazlasını görmeyi sonraki bir zamana bırakmıştık.
Mart ortasında bir hafta sonu, dedim ki Ali’ye, hadi gel Kemal abimlerin oraya gidelim, -ev, diyemedim, enkaz demeye de ne dilim varıyor ne de gönlüm, bir de öyledir benim için, annemi sonsuzluğa uğurladığımızda da, ölümü konduramadığımdan ona olsa gerek, dilimin ucuna getiremedim bir türlü, annemin oraydı, oranın adı, hoş, onu anmak için illaki oraya gitmeye de gerek görmedim, her an andım, ama yine de ne zaman ziyaretine gitmek istesem, hep, annemin oraya gidelim diye telaffuz ettim- hatta arabayı da Süleyman Demirel Bulvarı üzerine park edip diğer ara sokakları da dâhil etmek üzere yürüyerek gidelim, -depremin ilk günlerinde Kemal abimlerin oraya her gidip gelişimizde arabanın içinden görüyorduk zaten zarar gören, yıkılan diğer tüm apartmanları, öyle ki Adana’nın en güzel yerleri diye bilinen ve son yirmi yılda gelişen bu semtteki neredeyse çoğunluğuna yakını harap olmuş binaları gördükçe de dehşete kapılıyorduk- deyiverince, olur, dedi Ali, ben de istiyordum ama henüz kaldıramazsın görmeyi diye, söyleyemiyordum.
O cumartesi, güneş batmadan biraz önce, caddenin belli bir yerinden itibaren pencereleri sökülmüş, bir anlamda harabeye dönmüş binaların karşı tarafına park ettik. Hava mı çok soğuk, ben mi çok üşüyorum, ya da içim başka türlü mü titriyor bilmiyorum, bir zamanlar insanların güvenle sığındığı, yuvam dediği evlerin olduğu, şimdilerde bomboş, sahipsiz, kimsesiz kalmış kırık dökük apartmanların önünde tek tek durup bakarak yürümeye başladık. Zarar görmüş ya da görmemiş, ama içinde yaşam belirtisi olmayan her bina acımızı tazelerken tıpkı 6-Şubat gecesinde olduğu gibi batı tarafından abimlerin sokağının başına geldik.
Karşılaşacağımız görüntünün sızısının daha da canımızı yakacağının bilincinde, ilerledik. Beş on adım sonra zaten, abimlerin, torunlarını büyük bir keyifle, mutlulukla oynattığı, el ele tutuşup koşturduğu park sağ tarafımızda, onları okul servisine bindirdiği, okuldan dönüşlerini karşıladığı, oğullarının arkasından dualar ettiği evleri sol tarafımızda, yokluklarının acısı kanımızda, canımızda, tüm anıları ise yüreğimizde, kendimizi, artık dümdüz olmuş o boşluğun karşısında bulduk.
Duymuştum ki insanlar canlarını kaybettikleri bu alanlara geliyorlar, bir süre bekliyorlar, arabalarının içinde ya da inerek ayakta onları anıyorlar, burada da parka yakın yerde park etmiş araçları görünce düşündüm ki onlardan birkaçı bizim gibi anmaya gelmişler, abimler de dâhil onlarca insana bir zamanlar yuva olmuş apartmanın bulunduğu alanın üzerine doğru yürümeye başladık.
Zaman, acının izlerini silemiyor ne yazık ki. Ve yine aynı zaman, doğaya da karşı gelemiyor. Bizler sonsuz bir acının içinden geçerken ve zaman durmuşken mevsimler değişebiliyor, bahar gelebiliyor. İşte böyle zamanlarda bu bile insana acı verebiliyor. Apartmanın bahçesinin kenarına öncesinde ekilmiş çiçeklerin ve bir ağacın çiçek açtığını gördüğümde aklımdan geçenler bunlardı, ne acı ki elden bir şey gelmiyor, diye iç çekerken adımlarımızı, bir zamanlar ziline bastığımız o yerde bulduk.
Tam o esnada geldi arkamızdan o cılız ses; her gün geliyorum buraya, şu parkta oturup oturup gidiyorum, sizi görünce, ben de cesaret buldum, sizinle gelebilir miyim? Baktım, gencecik, aslan gibi bir delikanlı yanı başımızda belirivermiş, ah, ah kıyamam, gelin tabii, dedik, gelin, gözlerimiz dolu dolu. Ablası ve iki yeğenini kaybetmiş, bir tanesi de altı saat sonra enkazdan yaralı olarak kurtarılmış, hatırlıyorum, dedim, biz oradayken çıkarılmıştı, on iki on üç yaşlarındaymış, yaşadıklarını atlatmaya, annesinin ve kardeşlerinin acısıyla hayata tutunmaya çalışıyormuş, nasıl olacaksa artık, geride kalanların yaşadığı ortak tüm acıların içinden geçmek, Allah dayanma gücü versin, diyerek iyi dileklerimizi gönderdik.
Bir zamanlar kim bilir kimin mutfak çekmecesini süslemiş kapitone bir örtünün, kim bilir hangi güzel hanımın ayağını korumuş bir botun, o tozun, toprağın arasında bile rengini yitirmemiş, yavruağzı renkli bir bluzun arasında ilk adımda çıktı karşımıza, ya da gözümüz, gönlümüz mutlaka arıyordu bize fark ettirmeden Kemal abimlerden birkaç şey, en çok da plakları aklıma gelip gidiyordu, n’oldu acaba diye, ne kıymetliydi onun için, üniversite yıllarından kalma, hatta iddialı bir koleksiyon dahi diyebiliriz, ne çok dinlerdi, pikabı da duruyordu, babamdan sonra onun emaneti gramofonu da, evvelki sene bir gün beş on tanesini bana getirmişti de bir süre ben, bendeki pikaba koyarak dinlemiştim, en önce onlar göründü gözümüze, üç beş tane kırık plak parçası, Allahım, dedim, Allahım, bunlar Kemal abimin, sanki onu bulmuşuz gibi olduk.
Hatıralarımız, yaşanmışlıklarımız çok elbet, ömrümüz var oldukça yaşayacak, saniyelerle, hadi bilemediniz, birkaç dakikayla ifade edilen bir zaman diliminde yaşanan bu acıyla yok olan onca hayattan ve o yıkıntıların arasından geriye çok da bir şeylerin kalmadığı bir ortamda, onun en sevdiği şeylerdi ondan bana kalan, ingilizce olduğu belli, şarkıların isimlerinin tamamının okunmadığı kırık plak parçalarıydı artık en kıymetli hazinem, vaktiyle, çocukluğumun geçtiği o evin misafir odasından, o yemyeşil çimenlerin, o rengârenk çiçeklerin bulunduğu cennet misali bahçeye kadar sesi gelen, o plaklardan yayılan müzikle büyüyen benim için, tozunu sildik, mendile sardık, adeta okşadık.
Ve yine onların omuzlarında, ellerinin, ayaklarının arasında büyümüş, her biri annem babam gibi olmuş bir sürü kardeşe sahip benim için, onlarla geçmiş her gün, onlarla yaşanmış o ev ve bahçe, çocukluğumdan kalan her anı, biliyorum ki bayram mutluluğuydu, o evin ve bahçenin de hem pek çok kokusu hem de pek çok sesi olurdu, her birinden ayrı ayrı dinlediğim long-playlerin ve kırkbeşliklerin sesi hâlâ kulağımdadır, işte o üç beş tozlu, kırık plak, sanki Kemal abimden ve çocukluğumdan bana bayram hediyesiydi, aldık, kalbimizde sakladık.
Eksiğiz çoğumuz, ıssızız, sessiziz…
Bu yokluk kalpleri çok acıtacak bu ilk bayram. Giden her bir canın sevgisi, özlemi içimizde büyüyecek.
Biz bu zaman zarfında, kendimiz gidemesek bile dostlarımız sayesinde kırık gönüllere, yıkık şehirlere ulaştık, yaraları sarmak üzere el verdik, şimdi uzaklarda bir yerlerde olan ama hep yanımızda, yakınımızda, gönlümüzde hissettiğimiz tüm canlara dualarımızı gönderdik. O dostlarımızın sımsıkı sarılışlarıyla, güven veren sımsıcak kucaklayışlarıyla, sevgileriyle sarmalandık.
Bayramlar çokça anmadır aslında, sevdiklerimizi, saydıklarımızı, hatıralarımızı, iyi ve güzel zamanlarımızı, yaşıyorken ve de anılarımızda yaşatıyorken çoğaltmaktır bu sevgiyi, bu bayram, bu acıyla yapabileceğimiz en iyi şeyi yapalım n’olur, sarılalım birbirimize, sımsıkı sarılalım.