Tıpkı şimdiki gibi, tam yasemin zamanıydı.
O zamanlar Adana’da evlerin çoğunluğu bahçeliydi, sessiz, sakin Yüzevler ise modern villalarıyla ünlüydü.
Aynı zamanda sokaktan geçen çokçokçuların, yağlı yavancıların, köşeyi dönmesi sabırsızlıkla beklenen eskimocuların, oyuna çağıran arkadaşların seslerinin duyulduğu mahallelerden biriydi.
Kapısı sürekli açık olan, sık sık misafir ağırlayan ve yedi çocuklu bizim aileyi barındıran, çocukluk rüyalarımın, hayallerimin, en güzel yıllarımın şahidi; oturduğumuz kocaman ev de bu mahalledeydi.
O aralık kapının ardında, Allah rahatlık versin, denerek yatılan uykuların, kızarmış ekmek kokulu sabahların, kalabalıkla oturulan sofraların, radyodan dinlenen şarkıların, pikaba yerleştirilen plakların, boşaldıkça doldurulan cam şişedeki kolonyaların, değirmende çekilmiş kahvelerin başköşeye oturduğu yasemin kokulu yaz akşamları da yer alırdı.
Aynı zamanda İncirlik Üssü’nde çalışan Amerikan askerlerinin ve ailelerinin aramızda yaşadığı yıllardı. Pek çoğumuz, beden diliyle anlaşmanın dışında ilk İngilizce kelimelerini, hatta enikonu sohbet etmeyi onlarla geliştirir, çat-pat konuşmakla kalmaz basbayağı bülbül gibi şakırdı.
Bu ailelerden birisi de, mayıs ayından itibaren bahçesindeki yuvarlak havuzunda yüzmek için can attığımız hemen yanımızdaki Hacı amcaların üç katlı evinin giriş katına taşınan Amerikalı komşularımızdı.
Yaşları itibariyle en büyük ablama ve en büyük ağabeyime yakın olan bu aileyle ne zaman ve ne şekilde tanışıldığını bilmiyorum ama bizimkilerin konukseverliği sayesinde birbirimizin evlerine gidilip gelindiğini, hatta ilgilerini çektiği için bizim köye davet edildiklerini, köy tavuğunun, incirlerin, pamuk tarlalarının eşliğinde birlikte nefis bir gün geçirildiğini çok iyi hatırlıyorum.
Daha çok bizim bahçede koşturur, ağaçlara tırmanırdık; David ve Angela, teneke kutudaki toz kakaoyu ilk kez sayelerinde tattığım çocukluk arkadaşlarımdan ikisi de, onların çocuklarıydı.
Bahçe kapısının üzerinden ev kapısına kadar uzanan yaseminlerin kokusunun neredeyse tüm sokağa yayıldığı ve yemyeşil çimlerin üzerindeki mor, sarı renkteki menekşelerin, güllerin, leylakların, zambakların, bahar dallarının, balıkağızlarının, portakal, limon, nar, çam, zeytin ağaçlarının, garajın üzerinden sarkan asma dallarının arasında en çok o kokunun yüzümüze sindiği ve evin en küçük çocuğu olmanın hem keyfinin hem de zorluğunun yaşandığı bir gündü.
Zordu, çünkü evdeki hareketten bir yerlere gidileceğini ve kimi zaman yaptıkları gibi küçük olduğumdan dolayı götürülmeyeceğimi anlamış, aynı odayı ve aynı gardırobu paylaştığımız ablamın Burda dergilerinden patron çıkartarak diktiği en sevdiğim iki kıyafetten biri olan mavi pötikareden tulumumu giymiş, tam o yaseminlerin altında Amerikalı komşularımızın çektiği bu fotoğraf karesine birazdan neler olacağını bilmeden mutlulukla gülümsemiştim.
Önceden planlamışlar tabii, benim haberim yok, hemen sonra annemin içeriden çağıran sesiyle eve girmiş, aynı saniyede bizimkileri kaçırdığımı anlamış, sokağın sonuna kadar arkalarından ağlayarak koşmuştum. Evet, İncirlik’e davet edilmişlerdi, üsse kartla giriliyormuş ve ben küçük olduğum için gidememiştim.
Uzunca bir zaman arkalarından ağladığım, ama bir süre sonra bahçede arkadaşlarımla oyuna daldığım o günün ve masumiyet çağımızdaki her ânın güzelliğinin, tadının, kokusunun, huzurunun ve mutluluğunun hâlâ daha bugünkü gibi aklımda olması bugün tek tesellim, öyle ya her şeye rağmen her hatırladığımda göğsümde bir kuşun kanat çırptığını hissettiğim öylesine güzel zamanlardı.
Yasemin kokusu, belki de bu yüzdendi, çocukluğum gibi, en sevdiğimdi, çok özlediğimdi.
Fotoğraf :Yüzevler Semtini göstermektedir kaynak Burhan Öztekin