Savaş ve Barış’ın ilk sayfasında romanın aslında Fransızca yazan bir dipnot var. Girişinden başlarsak, ‘O sabah kırmızı elbise giymiş bir uşakla davetlilere gönderilen küçük kartlara hep aynı Fransızca cümleler yazılmıştı:
“Sayın kont, eğer yapacak daha iyi bir şeyiniz yoksa ve geceyi zavallı bir hastanın yanında geçirmek düşüncesi sizi ürkütmüyorsa, saat 7 ilâ 10 arasında evimde bulunmanızdan büyük mutluluk duyacağım. Annette Scherer”
1805 yılı, Temmuz.
Davetiyeyi okuyunca aklıma bir kitap geldi. Şakir Eczacıbaşı’nın 1995’de yazdığı ya da daha doğrusu, yıllarca Bernard Shaw’un yazdığı her metni tarayıp temalı sınıflandırmalar yaparak hazırladığı müthiş güzel bir kitap, ‘Gülen Düşünceler.’ Okudukça anlıyorsunuz ki karşı bir söz söylenmesi mümkün olmayan bir adam Shaw. 1856 doğumlu, yoksullaşmış İrlandalı toprak soylusu bir ailenin üçüncü çocuğu. Kitabın dizini çok ayrıntılı yapıldığından davetiye sözcüğüne bakınca aradığım şeyi şıp diye buldum:
İngiliz geleneği şöyleymiş, evinize misafir davet etmek için gönderdiğiniz davetiyeye o gün o saatte evde olacağınızı yazarmışsınız. Buyur, gel, bekliyorum demek yok. Lady’lerden bir lady de öyle yapmış, Shaw’a yolluyor,
‘şu gün şu saatten evde olacağım.’ Shaw iki sözcükle yanıt vermiş:
“Ben de…”
Tatlı Shaw.
Onlar öyleyken, bizim memlekette, Adana’da eve misafir çağırmak kart ve davetiye gönderilerek yapılmaz. Kolay bir yol bulmuş kadınlar, hemen herkesin bir kabul günü var. Ben bildim bileli annemin kabul günü ayın 30’udur. Annem o gün için pasta börek kurabiye hazırlıkları yapar, ev bir gün önce arı sili temizlenir, gümüşler parlatılır, vazoya bir demet çiçek, kristal sigaralığa (böyle bir şey vardı, evet,) bir kaç paket yabancı sigara koyar, erkenden giyinip kuşanır çünkü mesela Ayten Teyze saat 13:30’u biraz geçe bir bahar esintisi gibi içeri girer, dudakları kırmızı rujlu, çıtı pıtı, yüzü minicik bir karpuz dilimi gibi gülümsüyor, onu tül bir perdenin arkasından görür gibiyim. Yürüyüşünü seyrederken insanın içi canlanır ve neredeyse daha oturur oturmaz, ‘Nurtencim,’ der ‘ben ikramımı erken alacağım, bir kapım daha var.’ ‘Kime gideceksin Ayten Abla?’ derse annem, mesela ‘Nevin, Hatice Hanım’ın kızı, borçluyum ona,’ der Ayten Teyze. Bu borç ne borcu? Sizin kabul gününüzde gelene bir ziyaret borcunuz olur. Bu borç unutulmaz. Unutulursa, ‘ben ona iki kere gittim, o gelmedi.’ denir. Çene hafif yana çevirilir, hafif. Kahveden bir yudum alınır.
Çok eski zamanlara dek uzanıyor kabul günleri, benim dinlediğim anlatılarda 1930 başlarına kadar uzanıyor. Annemin çocukluğunda haftanın bir günü, ayda dört kere kabul yapılırmış. Şimdiki gibi ikram olmazmış, nerden olacak, fırın yokmuş evlerde. Şurup yapılırmış. Biraz ‘modernleşince’, mesela ayın birle biten günleri alınmış. Karışık biraz çünkü aldıkları şey kabul günü. Nakiye Nenemin kabul günü ayın 1, 11, 21’i mesela. Bütün mesele şu, kapıya gelen geri dönmeyecek. Hazırlanacaksın, ikramını yapacaksın, oturan herkes tek tek herkese nasılsınız diye soracak. Anneannem Saniye’ninki ayın 21’i. O genç yaşta vefat edince, dedemin ikinci eşi olarak gelen büyükannem ikinci Saniye de aynı günü almış. Zaten tepeden tırnağa zarif, ince ruhlu bir kadındı, bunda bile aynı zarafet ve erdem. Meliha Teyzeninki 16’sıydı. O vefat edince, Zübeyde Teyze “16’sını alıyorum, adı sürsün,” demiş. Zübeyde’nin adını sürdürmek istediği kadın üvey annesiydi, babasının eşi. Yazıya dökmek için kullandığım harflerin arasında insanın kalbine iyi gelen bir şeyler var. Fatma Teyzeminki 3’ü, Saadet Teyzeminki 27’si, Ziyaver Halanınki 1’i, Lütfiye Halanınki ayın ilk Salısı. Kadınlar hepsini bilir, çarpım tablosu gibi ezberlerinde.
Diyelim ki sağlık durumu kabule pek elverişli değil, ‘olsun, yeter ki canı sağ olsun, bak mesela Nursima’nınki ayın 24’ü, ne zamandır hasta da, kızı, gelini kıvır kıvır hizmet ediyorlar.’ Çalışan kadınların iş durumuna göre, ilk Pazartesi, ikinci Cumartesi, veya son Cumartesi gibi akılda kalacak bir gün bulmuşlar. Çalışan bazı kadınlar kabul günü almıyorlar. Hıhhh! Hemen burun bükülür. Artık ağzıyla kuş tutsa, amannn, görüşme olmuyor ki, ne anlatıp, ne duyacaksın? ‘Bak mesela Ceyhun’la, Bilge, biri eczacı, biri avukat. Ama pekala kabul günü aldılar. Hem çalıştılar, hem bir gün olsun görüşmekten kaçmadılar. Aaa, mesela Nesrin de öyle. İstanbul’dan gelin geldi, okumuş, tahsilli kız, aslaaa kaçırmaz kabul günlerimizi. On üstünden on numaralık gelindir o.’
Hikayelerin
bir yerinden mutlaka bir kabul günü lafı çıkar. Saadet Teyzem
anlatıyor: ‘Eczacının karısına felç gelmiş. Bir yerde baykuş ötse,
‘Aha! eczacının karısı öldü,’ derdik. Bir kalabalık görsek,
‘eczacının karısı mı ölmüş?’ derdik.
Belki
bir 25 sene daha yaşadı. Senelerce bu böyle gitti. Bir mahalle
temizlendi, o kadın ölmedi. Evden torunu öldü, gelini öldü, bu kadın
kuru kemik kalana kadar yaşadı. 25 kilo olana kadar dayandı. Kızıyla
damadı bakardı. Damat annen bize uğur getirdi, benim işlerim açıldı,
annene iyi bak, dermiş. İyi de baktılar. Hiç unutmam, Ziyaver halamın
kabul gününden geliyorduk, yolda Melahat Hanım’ı gördük. Annem nerden
geliyorsun deyince, eczacının karısına felç gelmiş, bağırınca koştum
dedi. Hem soran öldü, hem cevap veren öldü. Eczacının karısı yaşadı.’
Demek ki ayın 1’iymiş.
Bu hikayeyi teyzemin dilinden dinlemek apayrı bir zevktir. Komik anlatır, Adana aksanının her şeyi dilinde, hayat dersi verir. Ama bir başka hikaye var ki onun bendeki yeri ayrı. Zamanında anneannemin çok görüştüğü bir Tevhide Hanım Teyze vardı. Gidip gelirlerdi. Anneannem öldükten bir kaç yıl sonrasında, kızları da gidip geliyorlar ziyarete. Sonra annem biraz ihmal ediyor. Belki de yaş farkı nedeniyle borçlu olmasına rağmen borcu ödemiyor. Aradan biraz zaman geçiyor. Yine bir ayın 30’u, annem hazırlanmış, konuk ağırlayacak. Kapı çalıyor. Tevhide Hanım Teyze, Köymen.
“Siz benim, Saniye Hanım’dan kalan teberiklerimsiniz, ben gelirim kızım,” diyor.
Annem bunu anlatırken gözleri dolar. Bana ne oluyorsa, benim de gözlerim dolar. Ölüm, kalanlara yadigarı kucaklatıyor ya, bencillik, gitti, geldi, bir tarafa bırakılıp sadece sevgi, dipdiri, ortaya çıkıveriyor ya, işte bunlar hayatın sürprizleri ve erdemli şeyler.