Fatoş Güney’in bu hafta kitap raflarına çıkan, Yılmaz Güney’i ve onun kendi hayatına olan etkilerini ele aldığı kitabı ‘Dağlar Kendini Seveni Sever’den tadımlık bir bölüm yayınlıyoruz…
Fatoş Güney
16 yaşımdayken tanıdım ben Yılmaz’ı. Biraz kolej züppesi havası taşıdığımızdan Türk sinemasına pek gitmezdik, yabancı filmler peşindeydik. Hatta onun için ben Yılmaz Güney’i de tanımıyordum zaten. Sete beraber gitmeyi teklif eden arkadaşım “Nasıl tanımazsın çok meşhur,” dedi. Gördüğüm zaman da “Ya şu çirkin adam mı bu kadar meşhur, neresi meşhur bunun,” filan dedim. Sonra merak ettim, gittim “Seyyit Han”ı gördüm. çok değişik geldi bana. Yılmaz Güney’in özelliği bana dünyaya bakacak yeni bir çift göz hediye etmiş olması. Gerçekten o güne kadar dünyanın farkında olmadan yaşayan bir çocukmuşum herhâlde, diye değerlendiriyorum. Tabii benim şartlarımdan ötürü de, işte konservatif milli burjuva, Arnavut kökenli, feodal değerleri olan bir aile… Moda’da oturuyoruz, ben Moda caddesinin ötesini bilmem, 16, 17 yaşlarım, Yılmaz’la evlenene kadar Moda ötesini bilmeyen bir biçimde geçmiş bir hayattı. Okul, ev, birkaç arkadaş, Moda Deniz Kulübü, hayat oralarda böyle geçerken maydanoz gibi, birdenbire Yılmaz Güney diye bir adam çıktı ve bana yeni yeni bir şeyler anlatmaya başladı.
Bende de o duyarlılık varmış aslında. çünkü, şöyle bir şey; ben kapıcının kızı ile çok iyi arkadaş olmuştum. Sonra ailem dedi ki; “Kapıcının kızı ile arkadaş olunmaz.” “Niye, o da insan,” dediğimi hatırlıyorum. Aslında şöyle anlaşılmasın; Yılmaz Güney benim kafamın içini açıp da birtakım fikirler ekti, ondan sonra kapadı, onlar yeşerdi değil yani.
İtalyan mektebinde okuyordum… Hem o kadar tutucu bir aile yapısının içerisinde hem de bir yandan rahibe mektebindeydim. Korkunç bir baskı. Galatasaray Hamamı’nın yanında İtalyan sörleri hâlâ varlar. Ve yatılıyım. Pazartesi sabahları babam götürüyor, cumartesi öğlenleri annem alıyor. O İtalyan mektebinden Nadya diye gayrimüslim olmasından dolayı daha hareket serbestisi olan bir arkadaşım var… Bir reji asistanı ile tanışmış, onunla apar topar evlendi filan, benim de en iyi arkadaşlarımdan bir tanesi. “Bir gün sete gidelim, film nasıl çekilir, kocamı da görürüz,” gibi bir şeyler oldu, gittik. “Kim oynuyor,” dedim ben. “Ayhan Işık mı, Türkan Şoray mı, Hülya Koçyiğit mi?” Onları biliyorum, anneannemle birkaç kere filmlerine de gitmiştim.
“Yılmaz Güney,” dedi Nadya. “Aman o da kim ya, keşke öbürlerinden biri olsaydı,” dedim. “Nasıl tanımazsın çok ünlü, Yılmaz Güney bütün öbürlerinden de ünlü bir adam,” dedi. “Allah Allah bir görelim bakalım bari,” dedik. Bir de gördük ki… Tabii o zaman parlak şeylere şartlanmışız. O insan sarrafı olarak beni hemen fark etti, böyle dünyadan habersiz bir bülbül kuşu. Yılmaz bir röportajında “Hapishaneler laboratuvardır cımbızla insanları seçerler,” diyor.
İşte o aslında bütün hayatında bunu uygulayan, cımbızla insanları seçen, kimin kim olduğunu bilerek, yerine koyarak hareket eden bir insandı. Bu arada çok da kazık yerdi, çok inanır ve güvenirdi insanlara. Neyse, işte o gün konuşuldu, şakalaşıldı filan. Sonra ertesi gün eve Nadya’dan bir telefon, “Fatoş, Yılmaz Güney seni görmek istiyor.”
Yazının devamını okumak için tıklayın