Ahmet Tulgar / Aynalı Pasaj… Bi tık, bi tık daha

Bi tık aşağı, bi tık yukarı, bi tık sola, bi tık sağa artık her şey. Daha çok tık sağa yine de tabii. Böyle arzuluyor demek ki Türkiye toplumu her şeyi, ki evet, böyle arzuluyor. Cuk oturdu yani toplumun isterlerine ki, bir ‘bi tık’ isterisi, her yerde şimdi.

Bİ TIK, Bİ TIK DAHA

Eski, yeni kavramların, deyimlerin, deyişlerin ideolojik bagajlarını ortaya seren yazılarına bayılıyorum Tanıl Bora’nın. Birikim’de yayımlıyor. Ben de bir süredir şu ‘bi tık’ lafına takıldım. Düşünüyorum üzerine.

Bi tık aşağı, bi tık yukarı, bi tık sola, bi tık sağa artık her şey. Daha çok tık sağa yine de tabii. Böyle arzuluyor demek ki Türkiye toplumu her şeyi, ki evet, böyle arzuluyor.

Cuk oturdu yani toplumun isterlerine ki, bir ‘bi tık’ isterisi, her yerde şimdi.

Peki, öyleyse…

Bi tık nedir be yahu, ne kadardır?

Olsa da olur, olmasa da olur mudur? Yani bu mudur?

Az mıdır, çok mudur? Bu kadar olsa olmaz mıdır?

Bu kadarından memnun musundur? Bu kadarla kalsa olmaz mıdır?

Uzlaşmaya hazır mısındır? Yetinmeye hazır? İstediğin bu kadarcık mıdır?

Laf olsun torba dolsun diye mi söylüyorsundur? Bi tıkla torban dolacak mıdır?

Bi tık bi tık daha ömür geçer mi? Bi tık bi tık daha yol biter mi? Bir gün kalbin tık diye durmaz mı?

Tek tek basaraktan tık tık sayaraktan nereye, nereye kadar?

Gitmek istediğin yer buradan bi tık daha mı iyi bir yer? Yapmak istediğin şey bundan bi tık mı iyi bir şey?

Bi tık için değer mi?

Yani…

‘Bi tık’, günümüzde ölçüsüzlüğün ölçüsü, kritersizliğin ölçütü, vazgeçmişliğin hamlesi, hareketin rölantisi, kinetiğin statiği, talepkârlığın kanaatkârlığı, uzlaşmacılığın cilvesi, gayrı memnun bir memnuniyetin ifadesi, ne istediğini bilememenin, üzerine de düşünmemenin dışavurumu, beğeni yoksunluğunun mazereti, değişim isteksizliğinin değişkeni, ütopyadan kaçışın, radikalizm korkusunun, ittifak arayışlarının miskin programı…

Üstelik dijital bile değil, analog…

YEŞİL BUMERANG

Kapitalist sınıf elindeki medya gücünü de kullanarak kavramları denetim altında tutar. Kimi kavramı tedavülden kaldırırken, kimini tedavüle sokar, çarpıtır, dejenere eder, manipülasyon aracı haline getirir. ‘İklim değişikliği’ gibi mesela. ‘Küresel ısınma’ mesela daha az kullanılır oldu o devreye girince, ‘iklim krizi’ kavramı bile unutulur yakında. Tercih edilen kavram artık ‘iklim değişikliği’dir. Doğrusu, yani olan ‘iklim ısınması’dır ama bu fazla korkutucu, kapitalist üretim tarzının krizini fazlasıyla afişe ediyor, dolayısıyla kullanımı tercih edilmiyor. ‘Karbon ayak izi’ ise kullanıldıkça elini rahatlatıyor, güçlendiriyor kapitalist sınıfın. Bu kavramla oynanan oyun daha da sinsi bir manipülasyon. ‘Yeşil yıkama’nın dik âlâsı. Bir süredir en fazla zehirli atık bırakan, en yoğun doğa katliamını yapan deterjandan yakıta, içme suyundan çocuk bezine çok sayıda marka utanmadan, arlanmadan kendisini doğa korumacılık şampiyonasının lideri olarak lanse ediyor televizyon reklamlarında. İşledikleri doğa suçlarına yönelik tek bir özeleştiri yapmadan, tazminata girişmeden adeta bir sivil toplum örgütü, halk inisiyatifi ağzıyla konuştukları bu reklam metinleri ile doğayı tam gaz kirletmeye devam eden ürünlerini tercih etmeye, tüketmeye çağırıyorlar toplumu. Üstelik bunu yaparken bir suçlu da saptıyor, buluyorlar: Birey. Tüketici birey. Bu öyle döngüsel bir suçlama süreci ki, öyle alengirli bir süreç ki, resmen bir hasıraltı tekniği, bir çarpıtma düzeneği, yeşil bir söylem bumerangı. Tüketici birey, tam da onların bu markalarını tükettiği için doğaya karşı suçludur, ‘karbon ayak izi’ onun ferdi suçunun kanıtıdır bu reklam metinlerine göre. Eğer bu suçtan aklanmak istiyorsa, birey nedamet getirmeli, bu defa kendilerini reklam suyuyla yeşil yıkayan yine bu aynı markaları tüketmeye devam etmelidir. ‘Karbon ayak izi’ kavramının kullanımı kapitalist sınıfın elinde bir kurtuluş reçetesi oldu.

Sistemik, üretim düzeninin kendisinden gelen bir suç, ferdileştiriliyor.

Kapitalist sınıf kendini suçtan sıyırırken, tüketici birey suçu içselleştiriyor.

Kapitalist sınıf kâr maksimizasyonu faaliyetini sürdürürken, birey kendisini doğa için mücadele ediyor sanıyor.

KÖPEKLERİ GÖZLERKEN DÜŞÜNDÜKLERİM

Bir ya da daha fazla köpekle beraber yaşamaya başladığınızda ister istemez bir topluluğa (community) dahil oluyorsunuz. Ben de köpeğim Yoldaş ile bir aile kurduğumdan beri günün belli saatlerinde köpeklerini gezmeye, oynamaya çıkarmış insanlarla zaman geçiriyorum. Bu sırada da eğitimden geçmiş ya da geçmekte olan köpekleri tanıyorum. Eğitim adı altında bu köpeklere uygulanan teknik, köpeklerden farklı bir tür üretmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Bir tür robotlaştırma, otomatizasyon, acımasız bir süreç, Michel Foucault’nun deyimiyle faşizan bir ‘anatomipolitika’. Arzulara ket vuran, yaşama sevincini dizginleyen bir disiplin dayatması. Kişiliği ve mizacı böylesi sakatlanmış bir köpeğin beraber yaşadığı insanlara öğretebileceği bir şey kalacağını sanmıyorum. Oysa başka bir türle bir aile kurmak ya da aileye başka bir tür katmak müthiş zenginleştirici bir şeydir. Köpek eğitiminde rastladığım birçok öğe ve etkiyi insançocuklara yönelik okul düzeninde de gözlemlemişimdir, saptamışımdır aslında. Oralarda da çocukların yaratıcılığı sakatlanıyor. Dünyaları işgal ediliyor.

Köpeğim Yoldaş

Okul düzenine eleştirel bir bakış edinmemde 80’li yıllarda okuduğum 

https://www.gazeteduvar.com.tr/aynali-pasaj-bi-tik-bi-tik-daha-makale-1560830