Beslenme saatinde hademelerce sulandırılıp emaye güğümle sınıfa getirilen, ne soğuk, ne sıcak, ılık bile değil. Soğuyamamış. Isınmamış. Kaymaksız. Ve o kokusu, o tadı. Ne idüğü belirsizdi, hiçbir lezzet anımızla ilişkisi yoktu, hiçbir lezzet anımıza yakınlığı. Çocuk yaşta anlamıştık ki, büyükler minnet ve hayranlıkla tekrarlasa da yanımızda “Amerikan yardımı” lafını, Amerika Birleşik Devletleri bir şey verse verse yardım diye, böyle kötü ve alışana kadar midemizi bulandıran bir şey verecekti.
Emperyalizmi kokusundan tanıyan çocuklar
Birçok canlı türünün ve tabii insanın da hafızasının temel oluşturucu öğelerinden biri de kokudur. İnsanın koku hafızası, üzerine düşünülüp konuşulduğundan çok daha güçlü ve zengindir. Annenin ve anavatanın kokusu mesela, uzak kaldığınızda her dem güçlü bir anı olarak burnunuzun dibindedir. Burnunuzda tüter. Kaybettiğiniz ananızın kucağını, terk ettiğiniz vatanınızın toprağını, şehrinizin sokağını, denizini hatırladığınızda burnunuzun direğinin sızladığını söylersiniz her defasında. Birçok edebi yapıt bir koku anısı ile başlar. En ünlüsü de herhalde Marcel Proust’un, bir madlen kekinin kokusunun hatırlanmasıyla başlayan Kayıp Zamanın İzinde adlı yapıtıdır.
Kekler ve kurabiyeler gibi kavramların da kokuları olur. Kavramlarla tanıştığımız anların, olayların.
Biz bu ülkede ilkokula 1960’ların ikinci yarısı ile 1970’lerin ilk yarısı arasında giden çocuklar, emperyalizmi kokusundan tanırız mesela. Emperyalizmle tanıştığımız o anın kokusunu hatırlarız.
Gözlerimi kapayıp o anı, anları, o günleri düşündüğümde emperyalizmin kokusu hemen burnumun dibine gelir. O denli yakındır emperyalizmle tanıştığım an, burnumun dibindedir, adını çok sonradan koymuş olsam da bu kokunun. Emperyalizm kokusunun.
Her yıl bir hafta boyunca sınıf masalarımıza kurulan sofralarda mandalina, portakal, elma, kuru üzüm, kuru kayısı, fındık ile ülkemizin toprağına, köylüsüne minnet duyması öğretilmiş bütün öğrenciler, bir kere emperyalizmin kokusunu alıp tadına baktığında bir daha aynı sevinci duymamıştır, aynı gururu, yerli malları haftasında.
O güne kadar ineklere de minnet duyardık. Çocuktuk, sütü severdik. İneklerin en anaç hayvan olduğunu düşünürdük.
Sütün inekte başlayıp ağzımıza dolduğu süreçteki kesintiler, kopukluklar henüz yoktu bizim için.
Şehirde de yaşasak, doğadan bize bir şeyler akardı, bilirdik, öğrenmiştik. Doğa suluydu, sıvıydı, hayat akan bir şeydi.
Bir sabah okulun arka kapısında bir kamyonetten indirilip yemekhaneye taşınan teneke varilleri ve üzerindeki el sıkışan iki el resmini gördükten sonra ülkemizin ekili toprağına, otlayan ineğine, yerli malları haftasının gerçekliğine inancımız kalmadı.
Soğuk soğuk ve lıkır lıkır kafamıza dikmekte ısrarcı olduğumuz, sıcak içmeye zorlandığımızda da önce üfleye üfleye buruşturduğumuz o bir parmak kalınlığındaki kaymağını hüplettiğimiz süt, artık sıvı değildi gözümüzde, katıydı, tozdu. Süttozu.
Amerikan yardımı süttozu.
Beslenme saatinde hademelerce sulandırılıp emaye kovayla sınıfa getirilen, ne soğuk, ne sıcak, ılık bile değil. Soğuyamamış. Isınmamış. Kaymaksız.
Ve o kokusu, o tadı. Ne idüğü belirsizdi, hiçbir lezzet anımızla ilişkisi yoktu, hiçbir lezzet anımıza yakınlığı.
Ne ders kitabımızdaki anaç ineğin şiş memesinden köylünün kovasına, ne kapımıza kadar gelen sütçünün güğümünden annemin uzattığı kaba dökülen sıvıydı o. Ne tadı benzerdi ne kokusu. Ne de duygusu.
https://www.gazeteduvar.com.tr/aynali-pasaj-emperyalizmi-kokusundan-taniyan-cocuklar-makale-1567710