Ömer Sercan
Babalar, anılar, gölgeler ve şarkılar… Hiç yalnız bırakmadan bizi, biçim değiştirerek yaşamayı sürdürecek, birbirlerine dönüşe dönüşe ilerleyerek zamanın sonsuzluğu içerisinde hep var olacakmış gibiler.
Baba deyince kocaman bir gölge geliyor aklıma, üzerimize her an yayılı duran, insanı kaplayan, saran. Gövdemizi kuşatan ama hareketlerimizi engelleyecek kadar ağır olmayan ince bir zırh. Fakat bir yandan da öyle çok uç noktalara uzanmamızı kısıtlayacak kadar da katı. Çelik gibi sert, parlak auralarıyla evrende başka hangi cismin gölgesi, en az kendisi kadar aydınlatıcı ve yol göstericidir ki… Gölgesi de ışık saçabilen kaynaktır baba…
Her çocuk gibi babamın beni kuşattığı hissini hep taşıdım, oysa hiç de öyle otoriter, sert, kural koyucu biri değildi. Sesinin yükseldiğini dahi pek hatırlamam, “Nasıl Geçti Habersiz”i söylediği zamanlar dışında… Bir de “O Ağacın Altı”nı… “Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz” diye başlayıp nakarat kısmına kadar süren icrasında, sesinin güzelliğinden değil de bu şarkıyı ne çok sevdiğini bildiğimizden dinlerdik ev halkı olarak. İlk dörtlüğün ardından nakaratı da söyledikten hemen sonra bu içli şarkısı, annemin, “Kimlerle oturdun acaba o ağacın altında” çıkışıyla gülüşerek biterdi.
“Nasıl Geçti Habersiz” ile birlikte “Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar”, “Buruk Acı”, “Sarmaşık Gülleri”, “Sen Bensiz Ben Sensiz” ve “Samanyolu” gibi unutulmayacak eserlere imza atan Teoman Alpay, gönül şarkılarımızın bestekârıydı. Onun yaşlanmış babama fiziken benzerliğini fark ettiğimde, hayli ortak noktaları varmış dedim içimden; biri şarkılar besteledi, diğeri de o şarkıları gönlünce söyledi. Teoman Alpay, bundan 17 sene önce aramızdan ayrıldı, ondan 12 sene sonra da babam… Bu yüzden Hicaz makamında ılık ılık akan bir beste olan “Nasıl Geçti Habersiz”i, kimi zaman soğuk, katı bir gerçeği işitir gibi de dinliyorum biraz…
Sanat müziğini pek severdi babam, “Bu Ne Sevgi Ah”ı, sesini boğup, eğip büküp Abdullah Yüce‘ye benzetmeye çalışarak okurdu. Zeki Müren ile aynı nüfus kütüğünde kayıtlı olduğumuzu söyler, övünürdü. İstanbul’a beraber gelişlerimizde Maksim gazinosunu, devrin aile müzikholllerini anlatır, yerlerini gösterirdi; “Bak burada Kazablanka vardı, burunlu Chevrolet’ler Taksim-Eminönü yapardı” derdi. (Ön koltukları çekyat gibi yekpare olan bu koldan vitesli otomobillerin sonuncularına binebildim ben de.)
Yazının devamını okumak için tıklayın