Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Can Yücel; şair dostlarım…

Edip-Mefharet Cansever’in İstanbul Dalyan’daki evlerinin balkonunda. Soldan sağa: Nuri Akay, Bertan Onaran, Murat Belge, Mefharet Cansever, Edip Cansever
Edip-Mefharet Cansever’in İstanbul Dalyan’daki evlerinin balkonunda. Soldan sağa: Nuri Akay, Bertan Onaran, Murat Belge, Mefharet Cansever, Edip Cansever

 

Murat Belge
Murat Belge

“Turgut odadan çıktı. Birazdan elinde bir tabancayla geldi. ‘Bak, bu benim askerlikten beylik tabancam. Ben çok iyi banka soyarım, kimsenin de aklına gelmez” dedi. Çattık mı, çattık…

1962 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde birinci sınıf öğrencisiydim. Bir gün, bölümün en genç hocası Akşit Göktürk, “Türk dili dergisi bir ‘roman özel sayısı’ hazırlıyor” dedi; “Bir iki çeviri yapar mısın?”, “Yapmaya çalışırım” dedim. Akşit istediği yazıları verdi. (biri; E.M. Forster’in Roman Sanatı üstüne ünlü kitabından)

Aklıma başlayıp bitirmeden bıraktığım William Faulkner çevirisi geldi. “Bunu basmak isterler mi?” diye sordum. Akşit ilgilendi. “Getir bir sorayım” dedi. Götürdüm. Birkaç gün sonra “Yahu bu iyi bayağı” dedi. İyi bulunca Memet Fuat‘a götürmüş. O da beğenmiş, benimle tanışmak istemiş. De Yayınlarını yeni kuruyordu. Tanıştık, çeviriyi bitirdim; ‘Döşeğimde Ölürken basıldı.

Bu arada ben de De Yayınları’nın Cağaloğlu Vilayet Han’daki bürosuna dadandım. 1964’te Yeni Dergi yayımlanmaya başladı. Onun için de çeviriler yapıyordum. Mehmet Fuat’ı çok sevmiştim. Benzersiz bir kişiliği, iyiliği, dürüstlüğü vardı. Çok şey öğrenmiştim ondan.

Edip Cansever’li yıllar

Yayınevine uğradıkça başka uğrayan yazarlarla da tanışıyordum. Edip Cansever ile Cemal Süreya’yı, Kemal Özer’i, Ergin Günçe’yi, Ece Ayhan’ı, Ülkü Tamer’i, Behçet Necatigil’i orada görüp tanıdım (Yaşar Kemal’i de). Benim çeviri beğenilmişti. Onun için hepsi benden yaşlı bu insanlar bana da bir eşitleri gibi davranıyorlardı. Arkadaş oluyorduk. Yayınevinde ilk tanışmadan sonra Edip’le Lefter’in meyhanesinde karşılaştık. Ben yalnızdım, daha önce gelmiş, bir yere oturmuştum. Edip bir arkadaşıyla geldi; pos bıyıklı sağlam yapılı bir adam. ‘Aslan avcısı gibi bir adam’ diye içimden geçirdiğimi hatırlarım. ‘Sosyalist Nuri’, ‘Balıkçı Nuri’ diye anılan Edip’in, Fethi Naci’nin yakın arkadaşı Nuri Akay’dı bu (Ali Akay’ın babası). Beni de masalarına davet ettiler.

O akşam bol bol edebiyat konuştuk ve Edip’le arkadaş olduk. Edip kendisi Marksistti ama bağıtlı bir edebiyat yapmaya girişmezdi. Sevmezdi öyle şiir. Bir yandan da sürekli eleştiriye uğrardı bu nedenle. Edebiyat okurları altmışların Marksistleri, sosyalistleri. Onlar bu tür bir edebiyatı seviyorlar. Ben de ‘çiçeği burnunda’ bir Marksistim o sıralarda; ama edebiyat (sanat) ve siyaset ilişkisi konusunda anlayışım Edip’inkine yakın. Sanırım bu, arkadaş olma sürecimizi hızlandırdı.

1966’da mezun, hemen arkasından asistan oldum. Ben fakültedeyim, Edip, Kapalı Çarşı’da, dükkânında. Çok zaman Sandal Bedesteni’nin oralardaki dükkânına uğrardım akşama doğru. Birlikte çıkardık ve yürüye yürüye Beyoğlu’na varır, orada genellikle Refik’e giderdik. En dipteki yuvarlak masaya Ferit Öngören herkesten önce gelip yerleşmiş olurdu. Onunla da iyi arkadaş olmuştuk. Kendine özgü, soyuta kaçan bir mizahı vardı. Kıvırcık saçları kaşlarının hemen üstünden başladığı için “Alın yazısız adam” derdik.

Edip, o yıllarda Dalyan’da oturuyordu. Pek sık değil ama, evine gittiğim de olurdu. Karısı Mefharet’i de severdim. Çocuklarıyla (Ömer ve Nuran) pek bir yakınlığımız olmadı. Bir gidişimde Muvaffak Şeref’i gördüm; o misafirliğe gelmiş, Edip de balığa çıkmaya hazırlanıyormuş (teknesi vardı). “Birlikte gidelim” demiş, gitmişler. Çapari yaparken iki tane de tekir tutmuşlar. Barbunya ve tekir oltaya gelmezler, ender rastlanan bir durum. Derken Nuri de geldi. Edip, Nuri’yi görünce, “Biz öyle usta balıkçıyız ki çapariyle tekir tuttuk” diye bir şaka konusu açtı. Muvaffak Şeref de bir şey söylemek istiyor ama şakalaşan bu iki arkadaş onu dinlemiyor. Sonunda bir boşluk buldu veEngels der ki…” diye başladı. Hoppala, Engels nereden çıktı? “Güneş her sabah doğdu ama yarın doğmayabilir” demiş Engels. Mantıkçıların tümdengelimci olanlarının tümevarım yönteminin yeterince güvenilir olmadığını kanıtlamak için geliştirdiği argüman. Herhalde Engels’ten çok önce söylenmiştir. Bu Muvaffak Şeref’in çapariyle tekir avının ‘olabilir’ olduğunu bize anlatma çabasını gösteriyordu.

Şubat 1968: Murat Belge (ayakta),Edip Cansever, Galip Üstün, Fethi Naci, Nevhiz, Feridun Aksın.

Edip’in teknesiyle oraya buraya giderdik. Bir gece Heybeli’de, Çam Limanı’nda kalıp orada uyumuştuk. Bir sefer Burgaz’a gitmiştik, ben kayıp denize düşmüştüm. Lefter, o yıl Burgaz’da yazlık yer açmıştı. Ona gittik. Benim elbiseler kuruyana kadar giyeyim diye Lefter kendi yedek pantolonunu verdi. Göründüğünden daha şişman olmalı. İçine iki tane ben sığardı.

Yakınlarda Alev Ebüzziya ile mektuplaşmaları, daha doğrusu Edip’in yazdığı mektuplar yayımlandı. Alev’i çok sevdiğini ben de bilirdim ama onları bir arada hiç görmedim. Çapkınlık fırsatı çıkmışsa kaçırmak istemediğini de gözlemliyordum (ama Mefharet’i de severdi). Bir ara Finli bir sevgilisi vardı: Nora, sapsarı saçlı, masmavi gözlü güzel bir genç kadın. O sıralarda Paris’teki Türk ressamlardan Mübin Orhon da askerlik yapmak için Türkiye’ye gelmişti. İyice ilerlemişti Mübin’in yaşı, yurttaşlıktan atılmamak için geri gelmişti. Eski yönetmen Aydın Arakon’un Kalamış’taki evine sıkça gittiğimiz zamanlardı. Orada Edip’lerle Mübin karşılaşmışlar. Başkaları da vardı. İçiliyor filan. Bir ara Mübin, Edip’in yanına gelmiş. Nora’yı göstererek “Yahu şu kız hoşuma gitti” demiş. “Biraz sokuldum ama ‘benim sevgilim var’ dedi. Sen tanıyor musun? Kim o hıyarağası? Burada mı?” Tam bulmuş soracak adamı. Tipik Mübin…

O sıralarda Alev’in de gelmesini bekliyordu. Dertteydi. Aynı zaman dilimi içinde ikisini birden nasıl idare edecek? Edebildi mi, bilmiyorum.

Yazının devamını okumak için tıklayın