Dünden Bugüne / Deniz Kavukçuoğlu

İnsanların hırsa dönüşmüş tüketim düşkünlüğü beni korkutuyor doğrusu. Her türlü hırs gibi bu hırs da kendinin ve başkalarının yaşadıklarını düşünmelerinin önünde bir engel oluşturuyor.

Dünü, bugüne örnek gösterenlerden, dün bugünden hep daha iyiydi diyenlerden değilim. Zamanın, koşulların değiştiğinin, buna bağlı olarak insanların da sürekli değişim süreçleri yaşadıklarının, bunun kaçınılmazlığının farkındayım.

Ama yine de zaman zaman eskilere, kendi çocukluk, gençlik yıllarıma yolculuklar yapıyorum.

***

Eski okurlarım bilirler. Ben 1943 İstanbul-Cihangir doğumluyum. Oturduğumuz apartman, sonraları Başkurt olarak değiştirilen Sormagir Sokağı’nın -yine sonradan Akyol olarak değiştirilen- Tavukuçmaz Yokuşu’nun birleştiği köşedeki Tolunay Apartmanı idi.
II. Dünya Savaşı bittiğinde iki yaşındaydım. Savaş nedir, acı nedir, yoksunluk nedir… nasıl bilebilirdim ki o yaşta? Yaşım biraz ilerleyince annemden duyar olmuştum ekmek karnesi, kömür karnesi gibi sözcükleri. Evlerin çok büyük çoğunluğunda kalorifer bulunmadığı yıllardı. Sobalarda kokkömürü veya odun yakılarak ısınılırdı. Sokağımızın ilk modern kaloriferli yapısı Barış Manço’nun babası Hakkı Bey’in yaptırdığı Manço Apartmanı idi.

Sanırım ilk kez 5-6 yaşlarındayken babamla kömürümüzü almaya gitmiştik Kuruçeşme’deki odunkömür depolarından birine. Yarım ton olan hakkımızı bir kamyonete yükletip dönmüştük evimize. “Oh nihayet alabildik” diyerek sevincini dışa vuran annem karşılamıştı bizi kapıda.

Yeri gelmişken anımsatayım. Bugün bir dizi eğlence mekânının yer aldığı Kuruçeşme sahili baştan başa odun ve kömür deposuydu.

***

Sokağımıza leblebiciler gelirdi o yıllarda. Leblebi, leblebi unu, leblebi helvası satarlardı. Herhalde ailelerimizde de bugünkü “hijyen” bilinci yoktu ki özellikle o leblebi helvasının nasıl yapıldığı pek sorgulanmazdı. Leblebici tüm ürünlerini eski gazetelerden yapılmış küçük kesekâğıtlarına koyardı. O gazeteleri kimlerin okuduğu, hastalıklı mı, sağlıklı mı oldukları, nereden toplandıkları da merak konusu değildi.

Ne bileyim, belki de bugün çeşitli mikroplara karşı dayanıklılığımı o kesekâğıtlarına borçluyum.

Bir sokak oyunumuz vardı, “gazoz kapağı ütmece” diye. Sokaklardan toplardık kapakları. Her birinin ayrı bir mikrop yuvası olduğunu daha sonraki yaşlarımda düşünmeye başlamıştım. Her neyse o leblebicilerin kesekâğıtlarına, sokaktan toplanan o gazoz kapaklarına karşın 75. yaşımın arifesine gelebildim ya, ne mutlu bana…

O yıllarda Cihangir kozmopolit bir semtti. Alışveriş yaptığımız bakkal Avram Efendi’nin, İspiro Amca’nın, kırtasiyeci Rober Abi’nin, berberimiz Avril Amca’nın adlarının “bir tuhaf” olduklarının farkındaydık ama gerisini merak etmezdik. Aynen sokakta birlikte oynadığımız arkadaşlarımızın adlarının gerisinde de ne olduğunu merak etmediğimiz gibi.
Merak ettiğimizde ise hemen hepsi gitmişlerdi…

***

Evet, gofretin, kolanın henüz ülkemize gelmediği yıllardı. İnsanoğlu tanımadığını aramıyor. Biz de aramıyorduk. Zahmetle kavuşulandan hoşnut olmayı, olanla yetinmeyi sanırım o yıllarda öğrendik. Mütevazı hayatlarımızda mutluyduk.

Biliyorum, gündem dışı bir yazı oldu. Fakat gündem o kadar iç karartıcı, o kadar can sıkıcı ki… Bir de ben tuz biber olmayayım diye kaleme aldım bu “havadan” yazıyı.
Mazur göreceğiniz umuduyla…

Kaynak: Cumhuriyet

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/908184/Dunden_bugune.html