Felaketler bazen toplumları bazen de bireyleri vurur. Bazen tabiattan gelir insana, bazen de insandan insana… On beş gün önce yaşadığımız büyük felaket, teker teker fertlerin değil, Türkiye’de yaşayan hepimizin başına gelmiş ortak bir felakettir. Kaybettiğimiz canların dışında biz geride kalanların tümünü eşit şekilde etkiliyor, eşit şekilde acı çekiyor, eşit şeklide gözyaşı döküyoruz.
Bir de bireylerin yaşadığı felaketler var ki bunlar insanın insana ettiklerinden kaynaklanır. Haksız yere çok uzun yıllar hapis yatmak, bir askeri darbe sırasında darbecilerin eline düşmek, toplama kampına götürülmek, bir savaşın ortasında bulmak kendini. Örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.
Her iki durumda da felaketten sağ kurtulursa eğer insan kendini ifade etmek, yaşadıklarını anlatmak için çeşitli yollar düşünür durur, bazen bulur bazen de bulmadan ölür. Bulanlar çoğunlukla edebiyatta bulur. Çünkü bu tür toplumsal ve bireysel felaketler karşısında insanoğulunun bugüne kadar bulduğu en etkili ifade aracı edebiyattır. Hatta bazılarına göre edebiyat, büyük felaketler karşısında yazarların verdiği sınavdan başka bir şey değildir.
Felaketler bazen yazarların başına gelir, bazen de felakete uğramışı yazar yapar felaket. Yıkıntıların arasından doğrulanlar, birkaç canını o yıkıntıların arasında bırakıp kendi canını kurtaranlar, çok uzun süre durup onun da yaşadığı felakete dair anlatılan hikayelere kulak verirler, bir süre sonra görürler ki, o felakete dair anlatılan hiçbir şey onun bizzat yaşadığı şeye benzemiyor. Yavan kalıyor anlatılan her şey veya eksik kalıyor bazı şeyler. İşte böylesi zamanlarda iş başa düşer… Alır kalemi eline yazmaya başlar. Rus Dostoyevski, Aşkenaz Yahudisi Elie Wiesel, İspanyol Jorge Semprun, Macar İmre Kertész ilk aklıma gelen yaşadığı felaketi yazmış bu tür yazarlardır.
2002 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış olan İmre Kertész,Nazilerin Buchenwald Toplama Kampında, 1986 Nobel Barış Ödülü sahibi Elie Wiesel ve Mel Merlestein’la aynı koğuşta kalıyordu. Üçü de çocuktu. Kamptan sağ kurtulduktan yıllar sonra Elie Wiesel Nazi kamplarını anlatan “Gece”, İmre Kertészise “Kadersizlik” diye bir roman yazdı. İki romanda da Nazilerin vahşeti kör parmağım gözüne şeklinde anlatılmaz. Meseleye biraz geriye çekilerek bakar yazarlar.
Kertész’in “Kadersizlik” romanı on altı yaşında Macar bir çocuğun babasını Nazi kamplarına yolcu etmesiyle başlar. Sonra çocuğu da alıp Auschwitz kampına götürürler. O andan itibaren iyi ya da kötü demeden çocuk gördüğü her şeyi en ince ayrıntısına kadar bir çocuk gözüyle, çocuk saflığıyla anlatmaya başlar. Abartmadan, karamsarlığa kapılmadan, sadece tanık olduklarını, hem de şakayla karışık bir üslupla. Bir mülakatta, romanındaki bu mizahi dilin sorulması üzerine, “Yazı yazmakta karar kıldığımdan beri dertlerimi sanatımın hammaddesi olarak gördüm. Bu hammadde kasvetli de olsa biçim bunu neşeye dönüştürüyor,” dedi yazar.
Romanın bir yerinde şunları yazar:
“Oradaki bacalarda bile dumanların kesildiği anlarda mutluluğa benzeyen bir şeyler vardı. Belki de asıl bu deneyim benim için unutulmuş kalacak, ama herkesin öğrenmek istediği, yalnızca kötü olan, yalnızca ‘dehşet’. Evet, bir daha soracak olurlarsa, onlara bunu, toplama kampındaki bu mutluluğu anlatmalıyım. Soracak olurlarsa. Kendim bile unutmuş olmazsam.”
Başka bir sahnede de romanın çocuk kahramanı, Auschwitz’te bir futbol sahası olduğunu gördüğü anda mutluluktan adeta havalara uçar.
Ne soğuk bir bakış değil mi? İnsan ayakkabılarından dağların oluştuğu, kesilen saçların yığın yığın göğe yükseldiği, insan derisinden kamçı yapıldığı bir yerde, “dumanı tütmeyen bir bacadan mutluluk devşirmek” ve kampta futbol sahasının varlığıyla mutlu olmak ne tuhaf… Ama iyi edebiyat da tam da budur işte; kimsenin görmediğini görmek…
https://www.haberturk.com/yazarlar/muhsin-kizilkaya-2291/3566817-felaket-aninda-edebiyat-yapmak