Hüseyin Ferhad’ın “Cennet Diye Bir Yer” adlı kitabı Dafne Kitap etiketiyle yeniden yayımlandı.
İlk yayınlandığı 90’lı yıllarda baskı üstüne baskı yapan Hüseyin Ferhad’ın önemli kitabı Cennet Diye Bir Yer artık Dafne Kitap’ta…
“Dünya keşfedilmişti. Harflerin şifresi çözülmüştü. Anahtar kelimeler bulunmuştu. Beşerin hafızasındaki boş kareler doldurulmuştu. Ünlem ve soru işaretlerine ihtiyaç yoktu artık. Artık coğrafyacılara kimse itibar etmiyordu. Nehirler geçilmişti. Göllere girilmişti. Çöller aşılmıştı. Dağlara çıkılmıştı. Yazıtlar okunmuştu. Otların sükûtu bozulmuştu. Haşhaşı çocuklar bile çiğniyordu Afganistan’da, Patagonya’da. Asya baştan aşağı fethedilmişti. İpek ve Baharat yolu sürülmüştü, haritalardan silinmişti. Avrupa ve Afrika samuraylar tarafından işgal edilmişti. Aşk hür esarete, adalet hür inisiyatifsizliğe dönüşmüştü. Dualar dağdağasızdı, tasvirler mübalağasız. Şaman Akşit mağarasına geri döndü…”
Kral Johannes Cennet Diye Bir Yer’de…
“Kral Johannes”i sınıflandırmak kolay değil. Bir anlatı, masalsı bir (iç/dış) gezi izlenimi mi, mensur şiir mi: Ola ki hepsi birden büyüsünü sağlıyor. Bir solukta okudum onu, döndüm bir kere daha okudum, ipin ucunu kaçırdığım sanılmasın: Bana Borges’in yüksek ayar metinlerinden birini çağrıştırdı.
Ne zaman bu ustalıkla, hararette bir metin okusam (ister şiir olsun, ister düz yazı) içimde karışık duygular kıpırdanır: İmrenme, gıpta etme, -sanıyorum- pozitif bir kıskançlık, oturup gene kendi hizalarımı yoklar, eşiklerimi gözden, ölçülerimi elden geçiririm. “Kral Johannes” benzeri yazılar bana umut ve enerji taşır, terazimi düzeltirler.”
Enis Batur
”Bir İsfahan Gecesi ‘Cennet diye bir yerden”
Geceydi. Isfahan bu gece Şirin’e aitti. Bu yahşi Isfahan gecesi Kader’in bir armağanıydı bize.
Şah Sanem’in iki kızından biriydi Şirin. Öksüzdü. Şah Sanem ölünce töre gereği yerine ablası Mehmene Banu hükümdar olmuş, sözüm ona Şirin’i de himayesine almıştı. Zaman bu minval üzre seyrediyordu
ki devreye ben girdim. Ben, yani sahte Ferhad
ki Şirin şu kadar asırdır yolumu gözlüyordu Mehmene Banu’nun kasrında, fildişi kulesinde. Yağmur olup mazgalına yağmamı, ayışığına karışarak hücresine ağmamı, tarihin akışını tersine çevirip fikir haznesine sızmamı bekliyordu. Alın yazısıydım ben. Vakt erişir erişmez ete kemiğe bürüneceğimden, bekâret kemerini itinayla çözeceğimden, kutsal meşalemi mengü nehrinde söndüreceğimden emindi. Ona yazgılı bir aşk ciniydim ben, bir genç kızlık düşü. Hiçbir tanrı ergenlik çağındaki bir prensesi incitmezdi, üç harften ibaret dileğini reddetmezdi, bir geceyi Şirin’e fazla görmezdi. Kader’e ve bana inanıyordu. En ufak kuşkusu yoktu olacaklardan, bu geceden.
Nitekim gelmiştim. Kuleden aşağı sarkıttığı sırma saçlarına tutunarak tebeşir dairesine girmiştim. Olmaz olmazdı; evet
evet, çile dolmuştu. Şirin imkânsızı istemiş, Tabiat Ana’nın elinden de çekip almıştı. Her şeye rağmen genç kalmayı başarmıştı, şişmanlamadan, vücut hatlarının kusursuzluğunu koruyarak. İnsan ömrünün ellilerde altmışlarda seyrettiği bir kıtada bin küsur yıl hayatta kalmak dahi bir mucizeydi. Övülesi, takdir edilesi bir galebe. Dahası, sırf kendini saklamakla kalmamış, Isfahan’ı da Zaman’ın hışmından korumuştu. Bence Şirin mümin bir prensesten, düşlerini Sytx çayına batırmış bir ateşperestten çok, bir ilâheydi: Ferhad’ı ölümsüzler katına taşıyan bir öke, dişi bir akıl.
Hoş, ben kadınları akıllarından ziyade coğrafyalarından ötürü sevmişimdir hep. Aynı şey Şirin için de geçerliydi. Ne yalan söyleyeyim; Şirin’in fizikî haritasını rüyamda görmemiş olsaydım, mağara ve kanyonlarının el değmemişliğinden zerre kadar kuşku duysaydım, kusura bakmasın ama bin küsur mil öteden kalkıp da gelmezdim.
Ah sevgili çocuk
şair sözü elbette yalandır
der Fuzûlî
hâlden bilene. Niyetim kesinlikle Aras’ı geçmek değildi, Elburz dağını delmek değildi, Karadeniz’i Hazar’a, Hazar’ı Basra’ya akıtmak değildi; beni bir dişi geyik kandırdı, Moğolların ho’ai maral dedikleri satyr. Peşi sıra Isfahan’a, Zende-Rud nehrine sürükledi. Kayboldu. Ossaat esas Ferhad’ın Şirin’e verdiği söz, vaad ettiği ıtır bahçesi belleğimin arafında balkıdı, içimi kanattı…
Şirin serzenişle bana baktı. Asl’olan eylemdi; Söz’ün hükmü zincirin zayıf halkasına kadardı. Önümde diz çöktü; ırkımı, cinsiyet totemimi kutsadı. Gizli ayet göbeğimin altındaydı, biliyordu. Çizmelerimi, pantolonumu çıkardı. Havva’yı Âdem’in kaburga kemiğinden yaratan Musa’nın Elohim’ine, Meryem’in rahmine İsa’yı zerk eden Yahve’ye, Zerdüşt’ün Ahura Mazda’sına, Brahma’ya, Muhammed’in Allah’ına, hünsa Buda’ya, ejder başlı Gök Tanrı’ya minnetini vicahiye çevirdi. Sonra ayinin diğer faslına geçti. Kabanımı, yeleğimi, gömleğimi üstümden sıyırdı. Çıplaklığımı kokladı, dişi kurtlara, Asena’ya has tuhaf sesler çıkardı, uludu. Sesi fildişi kulesinden Isfahan’a, Erzurum’a, İstanbul’a, Sofya’ya, Budapeşte’ye taştı.
Ben bir ahmaktım. Sol memesinin altında baykuşlar öten bir maceraperest. Budala bir Samson, hödük bir Kürşad, ebleh bir Conan, gerzek bir Robin Hood, zıpçıktı bir Pekos Bill. Bir aşk delisiydim ben. Bir adalet havarisi. Laf-u güzaf cinsinden bir idol.
Sıra bendeydi.
Şirin’i duvara yasladım. Dudaklarına kırık parmağımla dokundum. Sırma saçlarını belime, mızrağıma sardım. Kızıl pelerinini Kaf dağının yamacına astım, karanlığın mecrasına. Sırtına, kalçalarına, eklem yerlerine tavşan figürleri çizdim. Gövdesinin korularında, koyaklarında nefes almadan koştum. Ekin tarlalarını ateşe verdim. Şeytanlarını taşladım. Sığırlarını çöllere, kör kuyulara sağdım. Eğilip mengü tasına, tütsü kâsesine mührümü batırdım, kemendimi kalbur saman içine fırlattım…
Şirin hırladı, ağdalı dizeler, şah beyitler mırıldandı, definesini önüme serdi, mut iksirini ağzıma damlattı.
Sıra hâlâ bendeydi.
Meçhulden kopup gelen ceylanların ayak tıpırtıları duyuluyordu. Mezopotamya, İran, Mehmene Banu’nun kasrı, Şirin’in fildişi kulesi sarsılıyordu, yıkılıyordu, yavaş yavaş tarihin rahmine gömülüyordu. Şirin’i tekrar kucakladım. Araratlardan, Cudilerden Basra Körfezi’ne tekrar tekrar yuvarladım. Kan durmak bilmiyordu, fasılasız akıyordu. Kana tapan halklar üçer beşer bencileyin hakire biat ediyorlardı. Tebaam hızla dişileşiyordu, evcilleşiyordu. Elveda sevgili çocuk
tılsım tamamlandı
mum söndü
hamayıl tere battı
fildişi kule yıkıldı
Şirin kasıldı, tir tir titremeye başladı. Kirpikleri döküldü. Yüzü, dudakları çoraklaştı, kurudu. Öpmelerim, dualarım beş para etmiyordu. Şirin’in geometrisi hızla bozuluyordu. İnsanın varoluşunu sağlayan denklem, tanrısal formül çözülüyordu. Nesneler yerini imgelere, rüyaya, hayale terk ediyordu. Işık yoğunlaştıkta Şirin ufalıyordu, azalıyordu. Isfahan’da sabah oluyordu, Dünya yeni çehresiyle kâinattaki yerini sil baştan alıyordu.
Eskidi Şirin.
Şirin’in saltanatı bir gecelikti. Bitmişti. İkrar şehvetle, çile zaferle taçlanmıştı. Tabiat, ona tanıdığı ayrıcalığı, metafizik hakkı geri istiyordu. Sitem, kargış nafileydi. Zira maceramızdaki sihirli kelime “kan”dı. Kutsal usare gecenin zifir çarşafına dökülmüş, aşk cinlerinin ebedî/edebî hıncı alınmıştı. Bu bahse dair açılan parantez de kapanmıştı. Acılar atlasında mini minnacık bir tuğraydı artık o, Levh-i Mahfuz’un altına iliştirilmiş bir logo, güneşle birlikte yok olmaya mahkûm bir klan işareti…
“Git kendi krallığını kur,” dedi. “Işığını hemcinslerimin mağaralarına, kanyonlarına taşı. Şirin’i, ben’leri çoğalt. Ferhad’ı yeniden yarat…”
Şirin öldü. Vasiyeti gereği küllerini Isfahan’a, Zende-Rud nehrine saçtım.
Adı daim, veda sözleri yazgım olsun.
Âmin.
|“Bir Isfahan Gecesi”| Cennet Diye Bir Yer’den