Kafayı sanata gömmek – Cem Erciyes

Cem Erciyes

Dergiler, romanlar, filmler ve hatta podcast’ler… Gündelik politik tartışmalardan bir iki adım uzaklaşıp daha kalıcı, uzun soluklu ve değerli meselelerle oyalanmak sanki en iyi çareymiş gibi görünüyor…

Hayır, Ayasofya üstüne yazmayacağım. Yeterince yazıldığı için değil. Yazmakla bitmeyeceği için. Kültürel değil son derece politik bir mesele olarak Ayasofya, Türkiye’deki dönüşümün simgesi olacak. Ve daha çok konuşacağız. Şimdi derin bir nefes alıp roman okumak lazım sanki… Ya da ben öyle yapıyorum. Roman okuyor, resim bakıyor, podcast dinliyor, film seyredip sanata sığınıyorum. (Umarım sonum, Ayasofa’ya sığınan Bizanslılar gibi olmaz…) Yine de böyle yapıyorum, çünkü şu kaosta kafamızı edebiyata ve sanata gömüp kışkırtmalara kapılmamak en iyisi gibi geliyor…

Masamın üstünde birikmiş dergilere el atıyorum. Yapı Kredi’nin Cogito’su yine zihin açıcı. Hasta Dünyada Yaşlanmak sayısı, güya koruyup kollamak için eve tıkıp hayatın kıyısına ittiğimiz insanların gözüyle bakıyor dünyaya ve bize insan haklarını anımsatıyor. Yaşlılar yerine ‘büyüklerimiz’ demeyle işlerin düzelmediğini, hayatın her yerindeki ayrımcılığın şimdi de yaş bağlamında nasıl görünür olduğunu anlatıyor Cogito. Sonra Tarih Vakfı’nın yayımladığı Toplumsal Tarih’in Mayıs sayısı… O kadar çok ilginç yazı varmış ki, iyi ki ayırmışım bir kenara. Mesela Osmanlı Sarayı’nda 19. yüzyılda ziyafet menülerinin alaturka ve alafranga diye konuklara göre ayrıldığını anlatan yazıda sarayın gözde yemekleri listelenmiş. Levreği mayonezli yapınca alafranga, pilaki yapınca alaturka oluyor… Şaka bir yana Fransız mutfağının tıpkı Fransızca gibi o dönem uluslararası ilişkilerde bir ortak dil oluşturduğunu anlatıyor makaleyi yazan Özge Samancı. Diplomatlara ‘alafranga menü’, diğer tüm ziyafetlerde ise kuzu dolmalı, ızgara köfteli, bamyalı, tulumbalı alaturka menü ikram ediliyor. Dergide ilgimi çeken bir başka yazı ise Osmanlı döneminde dezenfeksiyon uygulamaları hakkında. 19. yüzyılda hekimbaşının sorumluluğunda kükürt, güherçile ile tütsüleniyor ve bol bol sirkeli su ile yıkanıyor her şeyler. Mikroplar tam olarak tanımlanmasa da yüksek sıcaklığın ve bazı kimyasalların yararı biliniyor ve şimdiki ilaçlama pompaları gibi pülverizatörler ile kimyasallar sıkmak, dev etüv makineleri ile sıcak buhar fışkırtmak gibi yöntemlerle hijyen elde edilmeye çalışılıyor. Ama o zaman da bu zaman olduğu gibi başrolde sabunhane mamülü el sabunları var, en iyi temizlik yine köpük köpük el yıkamayla sağlanıyor…

Edebiyat dergileri arasından Notos’u çekiyorum önüme. Semih Gümüş, çıtayı hiç düşürmeden çıkartıyor bu dergiyi. 81. sayısında kapak konusu Küçük İskender, ‘şiirimizin aykırı halkası’. Gerçekten çok kapsamlı bir dosya, neredeyse İskender ile ilgili herkesten bir şeyler almışlar. Nefis yazılar ve fotoğraflarla edebiyat dünyamızın hakikaten bu en kendine has insanına uygun bir anma sayısı olmuş. Yazılar güzel, ama Notos’un benim için en güzel yanı öyküleri. Bu sayıda beni en çok eğlendiren Sheila Heti’nin ‘Neden dışarı çıkalım ki?’ başlıklı metni. Ümitsizce sigarayı bırakmak isteyen herkesin bir kez okumayı denediği ve sayesinde sigarayı bırakacakmış gibi olduğu o ünlü kitabı dolamış diline: Sigarayı Bırakmanın Kolay Yolu-Allen Carr. “Bir insana duyulan hasret sigaraya duyulan hasretle neredeyse aynı. Ne tuhaf” diyor…

Yazının devamını okumak için tıklayın