İkinci albümü ‘Hologram İmparatorluğu’ ile dikkatleri yeniden üzerine çeken müzisyen Gaye Su Akyol ile 16 Aralık’taki Salon İKSV konseri öncesinde Kadıköy’deki Karga Bar’da yeni albümü üzerine konuşmak için buluştuk.
Albüm The Guardian, Financial Times gibi önemli gazetelerde “Osmanlı folk müziğinin post-punk dinamiklerle evliliği”, “İstanbul’un yeni sesi” gibi ifadelerle övgüye layık görülmüştü.
Gaye Su Akyol şarkılarındaki gibi geçmişten ve gelecekten bahseden biri, ritmi hem alaturka hem rock’n roll ve en dikkat çekici yanı sadece müziğinin değil, müziğini üretme biçiminin de alternatif olması.
Diyor ki, “12 yıldır bu piyasanın içindeyim, kendi stüdyomuzu kurduk, arkadaşıma ‘Gel menajerim ol’ dedim (Müge Büyüktalaş), CD olarak da çıkan yeni albümün dağıtımını kendimiz yapacağız, büyük medya kanallarına girelim derdimiz de, kimseye eyvallahımız da yok.”
Bağımsızlık bugün hiçbir sektörde öyle kolay elde edilebilen bir şey değil, sermayeyle yaptığınız bir iş sizi bir ‘zorunluluklar imparatorluğu’na hapsediyor.
O sponsor, bu gazete, o kanal, bu mekan derken verilmeyen sözlere bağlı kalıyorsunuz… Her sektörde patron-iktidar, sıradan insanları yaşamak istemedikleri mecburiyetlere mahkûm bırakmıyor mu? Hangimiz kendimizin efendisiyiz?
Gaye Su Akyol, politik dozu biraz yüksek söyleşimizde, yöntemlerini, felsefesini ve ‘Hologram İmparatorluğu’nu anlattı.
Hologram İmparatorluğu isminin hikâyesi ne, benim gözümün önüne fütüristtik bir distopya geliyor.
İnsanların ve duyguların yerini, sembollerin aldığı bir dünyaya doğru koşuyoruz. Bizi temsil eden personalar, daha ideal versiyonlarımız etrafta dolaşıyor ve biz de onlar üzerinden iletişim kuruyoruz sanki, ‘simüle edilmiş bir gerçeklikte’ yaşamak gibi. Görünümün hakikatten daha değerli olduğu bir dünya.
Baudrillard’ın konuyla ilgili çok değerli fikirleri ve kitapları var. Bu mevzunun felsefi boyutu. Bu boyutun da ötesinde, çok daha fazla ilgimi çeken kısmı kuantum fiziğiyle ilgili bazı olasılıklar.
Şu an kabul edilen fizik kuralları ve bildiğimizi varsaydığımız hemen her şey, söz konusu kuantum fiziği, atom altı parçacıklar olduğunda tepetaklak oluyor. Olayların bambaşka bir ritimle, olasılıkla ve kuralsızlıkla döndüğü bir yer orası…
Dolayısıyla “Yaşadığımız fiziki dünya, bizim kolektif bir sanrımız olabilir”. Bir simülasyonda yaşıyor olabiliriz. Burası bir bilgisayar oyunu olabilir. Bunlar tabii hipotez, şizofrenik bir şekilde bunlara derin bir inanç duyuyor değilim. Hâlihazırda inandığımız şeyler de en az bunlar kadar olası ve saçma.
Milyonlarca insanın topluca inandığı şeyler ne kadar gerçekse bunlar da o kadar gerçek ve absürd bence. Dolayısıyla ‘Hologram İmparatorluğu’, yaşadığımız distopyaya bir gönderme, ama bir yandan her şeyin, bütün hayallerin mümkün olduğu, ütopik bir paralel kâinat.
Son zamanlarda çok popüler olan bir kavram var ‘post-truth,’ ‘gerçeklik/hakikat ötesi.’ Özellikle Batı’daki popüler kültürde gerçeklik algımızda bir problem olduğu çok konuşulan bir konu. Belli ki bu tür konulara çok kafa yoruyorsun, senin ilgini bu derece cezbetmesinin kaynağı ne?
Felsefe tarihinde türlü biçimlerde yer bulan, birçok filozofun farklı şekillerde sorduğu bir soru bu. Son yıllarda popüler olsa da, insanlık tarihi boyunca türlü şekillerde yanıt aranmış bir olgu. Gerçeklik yanılgı olabilir.
Gerçeklik algısı olarak bellediğimiz şeyin suni olduğunu düşünüyorum, gerçek günün algısıyla, şartlarıyla, zamanın ruhuyla (zeitgeist) değişip dönüşen, insanların adını koyup inanmayı seçtiği bir şey ve bu öyle son zamanların sorusu da değil.
Platon’un mağara alegorisi mesela: görüp algılayabildiğimiz, mağaranın duvarına yansıyan gölgeler…
Bu böyle sürüp gider, dev bir bilinmezin içindeyiz. Her gün şaşırmaya devam ediyorum.
Neye mesela? Haberlere mi?
Şaşırdığım şey şu; bu kadar bilinmez, muazzam bir kainatta yaşarken, düşünecek onca şey, izleyecek onca yıldız, hayalini kuracak bunca ihtimal varken insanların hala dünyevi telaşlarla birbirlerine savaş açması, insanların bir ideolojiyi başkasına kabul ettirme çabaları bana hem çok tanıdık, hem de şaşırtıcı geliyor.
İnandığın bir şeye herkesin inanmasını istemek, yıkıcı, nafile, aptalca.
Seninle buluşmadan önce Mabel Matiz’le telefonda konuştuk, ‘Ne sorsam şaşırır?’ dedim, Hologram şarkısındaki ‘Sanki hologramsın ve yok olacaksın elini tuttuğumda’, sözlerinin hikâyesini anlatsın diyor, nedir hikâyesi?
Yaşanmış bir hikâye. İnsan çok âşık olunca (hele ki bu öyle henüz itiraf edilememiş, ulaşılmamış bir aşksa) aşık olduğu kişinin hologram gibi, yok olup gidecekmiş gibi olduğuna inanıyor. Aranda tozdan, incecik, kırılgan bir köprü var sanki, dokunsan devrilecek. Yanlış anlayacak, “Öyle mi desem böyle mi” ya da “Beni sever mi?”, “Kaybolup gider miyiz?” korkusu.
O derin aşk halinde her şeyin ölümsüz olduğuna inandığın an, karşındaki insanın, kainattaki kurtarılmış son kale, büyülü ve dokunulmaz bir varlık olduğunu düşünüyorsun. Öyle bir şarkı işte, korkuyla karışık.
Türkiye, özellikle kadınların hakları konusunda sorunlu bir dönemden geçiyor. Ne düşünüyorsun Türkiye’de kadın olmakla ilgili, zordu, daha mı zorlaşıyor?
Ben kendimi bu toplumda ya da herhangi bir yerde, cinsiyetten de önce, birey olarak konumlandırıyorum. Ben yığınlar içinde bir detay değilim, önce erkek ya da kadın değilim, hepsinden önce insanım ve bireyim. Çok basit; ben yoksam toplum da yok, toplumu yücelten, ‘Toplum böyle istedi’ diyen, topluma sürekli atıfta bulunarak kendi karanlık fikirlerini başkasına dikte ettiren kafaya karşıyım.
Kimse kendi sınırını başkasının sınırına doğru genişletemeyecek, kendi doğrusunu başkasına kabul ettirmeye çalışmayacak, bu kadar basit. Şurada birleşmemiz lazım; ne koca, ne karı olarak ne baba, ne devlet olarak sınırlarımı ihlal edemezsin… İşte o zaman gül gibi yaşar gideriz.
Oldukça politik bir insansın, ilk albümden sonra bu albümde daha da politize olmuşluğun tadı var. Dünya Kaleska ve Nargile şarkılarında özellikle… Nargile’nin sözleri “Köşkünü yapmışın sıvasına tapmışın, bizi ele satmışın vay, sarayın var ama içi boş dört duvar, dünya malı kula dar,” “Ülkeyi soymuşun başucuna koymuşun, bir varmış bir yokmuşsun vay, mezarın kaz derin para da etmez ölün cesedi uzaya gömün vay…”
Bu şarkılar, herhangi bir kişiden, kurumdan ziyade, meşrulaştırılan ‘güçlünün zayıfa eziyet etmesi’ durumunu anlatıyor. Amerika’da yıllarca, siyahların beyazlar tarafından köleleştirilmesi gibi, bir sebep bulup insanları sınıflandırmak, birbirinden ayırmak, köleleştirip kullanmak vahşi ve zavallı bir durum.
Bunu ifade etmek, kişiyi politik yapmaz. Dolayısıyla politik olduğumu pek düşünmüyorum. Bunu “Politize oldun” diye sunarsan asıl bu sunum politik olmuş oluyor. Zaten müziğimde söyleyeceklerimi söylüyorum.
Mesela petrolün denize akmasını istemeyene çevreci/politik denmesi, bunun neresi politik? Bırakalım da gelsinler, evimizin içine kadar benzini döküp yaksınlar bari? Ya da insanların bir arada yaşama hakkının savunmanın neresi politik?
Cinsel yönelimlere saygı duymayı savunmak ya da insan haklarını savunmanın nesi politik? Aynı ülkede yaşayan farklı inançlardan, milletlerden insanların yan yana mutlu olmasını istemek aşırı sıradan bir talep. Asıl bunu istemeyenin insanlığından şüphe etmemiz gerekmez mi? İnsan olan herkesin bunu istemesi lazım.
Bunu politik olarak kodlamak politik bir şey ve kasti… Politika üzerinden medya üzerinden insanları sınıflandırma meselesi… Kimse bunları yemiyor artık.
Türkiye son birkaç yıldır stabilize olmaktan uzaklaşıyor, terör, katliamlar, darbe girişimi gibi… “Sanat toplumu iyileştirir” deniyor. Katılıyor musun?
Bizim gibi travmalarını yaşayamayan, atlatamayan, sürekli bir yas hali içinde olan ülkelerde müzik ya da sanatın diğer dalları ilk önce feda edilen şeyler oluyor, sanki değersizmiş gibi. Son derece iyi niyetten yoksun, çarpık bir yaklaşım.
İnsanların en çok bu tür zamanlarda o yası birlikte yaşamaya, birbirine güç vermeye ihtiyaçları var, bunun da yöntemi sanat –ki müzik içlerinde kitleleri en kolay bir araya getireni, duyguları aktarmanın en dolaysız yolu, insanların birleştiği yer-. Bu tür zamanlarda insanların birbirlerine moral vermeye, umudu hatırlamaya, yasını paylaşmaya çok ihtiyaçları var.
Sıla’nın konserleri iptal edildi 15 Temmuz sonrasındaki Yenikapı mitingi için ‘Ben böyle bir şovun parçası olmayacağım’ dediği için, senin bir çekincen yok mu? Televizyonlardan da veto yeme endişen yok mu? Ana akım medyanın seni çağırmaktan imtina etmesinden?
Biliyorsun 12 yıldır müzik yapıyorum, daha önceki işlerde ve her iki albümde de ana akım medyadan herhangi bir beklentimiz olmadı, bu da muhteşem bir konfor sağlıyor. İsteyen gelir, durumlar ve zaman uygunsa, buyurur sohbet ederiz…
Çok umrumda değil açıkçası görünür olmak. Umrumda olan kısmı; bu müziği dinlemek isteyen insanlara ulaşmak, yeni olasılıklar sunmak, kafamın içindeki ve kafaların içindeki kâinatı, algıyı genişletmek.
İnternet var, insanları haberdar etmek zor değil. ‘Develerle Yaşıyorum’ marketlerde falan yoktu, plakçılardan ve internet üzerinden insanlara ulaştırdık. ‘Hologram İmparatorluğu’ plakları yine plakçılardan ve konserlerden edinilebilecek, CD’ler belki müzik markette olur.
Nedeni de şu; insan müziğe ulaşmak istediğinde ulaşıyor. Ben çaba harcıyorum ulaştırıyorum, o çaba harcıyor ulaşıyor. Aradaki aracılara çok da ihtiyaç yok artık, yaptığımız müziğin ve bunu dinleyiciyle buluşturmanın da güçlü bin bir yöntemi var. Büyük plak şirketleriyle çalışmadık, onların kurallarına hiç boyun eğmedik.
Dunganga Records’u kurduk, yurtdışında olaya bizim gibi bakan bir şirket var, Glitterbeat Records; onlarla çalıştık, albümü bütün dünyaya dağıttılar, biz de Türkiye’de dağıtımını yapıyoruz. Videoları eşimizle dostumuzla çekiyoruz. Büyük medya kanallarına girelim diye bir ekstra bir derdimiz yok. Herkes bir ucundan tutuyor. Arkadaşıma ‘Gel abi menajerliğimi yap’ dedim.
‘Kendimin efendisiyim’ durumu yani…
Öyle, özeti o…
Bir yandan da ama işte Guardian’da, Financial Times’da da çıkıyorsun.
Biraz da bu yüzden çıkıyor bence o yazılar. Kimseye eyvallahımız yok. Müzik var. Bu, ta oralardan fark ediliyor demek ki.
Baban ressam, onun resimlerine bakınca senin şarkılarını gördüm, havada duran dev bir nar, hüzünlü bakan güzel kadınlar, mitolojik öğelerin modern yorumları… Ne kadar etkilendin?
Süper okumuşsun… Babamın resimleriyle büyüdüm. Resimlerine şiirler yazar, hem çok çocuksu hem de naif, güçlü bir dünyası var. Sadece görsel olarak değil, sözel olarak da babamın katkısı büyük.
Küçükken bana sık sık masallar anlatırdı, çoğu ‘uydurmasyon’, doğaçlama masallar. Buluştuğumuzda bugün hala beni şiirlerle uğurlar. O dünyadan bilinçaltım da mutlaka etkilenmiştir.
Yurtdışı performanslarında tepkiler nasıl oluyor?
Heyecanlı, eğlenceli! Büyük bir ilgiyle, merakla eşlik etmeye çalışıyorlar. Dans etmeye çalışıp ayak uyduramıyorlar bazen, bizim 9/8’lik ritme ayak uydurmak, o ritme aşina olmayanlar için zor, çok ilgilerini çekiyor.
Dünyanın her yerine ‘Hologram İmparatorluğu’ plakları dağıtıldı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden mesajlar alıyorum. En son Japonya’dan, Filipinler’den mesajlar geldi mesela. Çok eşsiz bir his.
Ne diyorlar?
Genel olarak dinleyip, müziğe vurulanlar mesaj atıyor; ‘mistik, güçlü, büyülü, rock’n roll’ gibi kelimelerle duygularını anlatanlar çok.
Salon İKSV konserin 16 Aralık’ta. Başka konser havadisin var mı? 2017’de neler yapacaksın?
Evet Salon’da üç perdeli, özel bir konser olacak. İki grup olarak çalacağız, Bubituzak’la. Önce teker teker ve son perdede hep birlikte. Pek çok gruptan tanıdığımız Gökhan Şahinkaya da bas gitarıyla artık GSA ekibinde. Bubituzak, ocak ayında ikinci albümünü çıkarıyor, “Olan Olur” isimli bir parçada düetimiz var, Ali Güçlü Şimşek’le birlikte yazdık ve söyledik.
Onun dışında henüz duyuramadık hiçbir yerde ama yakından takip ettiğimiz ve sevdiğimiz bir Avrupa festivalinden teklif geldi, orada çalacağız. Bunun dışında geniş çaplı yurt dışı turneleri olacak, yurt içinde de orkestrasyonun olduğu büyük çaplı konserler tasarlıyoruz.
Güzel de bir proje var; ‘Hologram İmparatorluğu’ albümünden bazı şarkıları, sevdiğimiz müzisyenler ‘miksleyecek’ ve her ay birini Dunganga Records’tan yayımlayacağız.
Ayrıca 2017’de sürpriz bir albüm gelebilir, detaylar netleştikçe bilahare.
Kaynak: diken.com