Zeynep Miraç
Abisi Mustafa Koç erken yaşta vefat etmese ve yerine Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı’na Ömer Koç seçilmese, onun adını bu kadar çok duymayacaktık. Muhtemelen o da bundan çok mutlu olacaktı. Ön planda olmayı sevmediğini biliyoruz. Ama bu hep söylenegeldiği gibi, ‘gizemli’ bir kişiliği olmasından kaynaklanmıyor. Onun başka bir dünyası var. Ekonomiden, iş görüşmelerinden, şirket anlaşmalarından uzakta; bu topraklarda çok nadiren görülen bir birikimin içinde bir dünya. Üstelik aileden edinilmiş değil, kendisinin ilmek ilmek dokuduğu bir dünya. Yolunu kendi seçmiş, o yolda çok emek vermiş, tutkularının peşinden koşmayı bilmiş bir insanın sükûneti var üzerinde.
Ömer Koç -“en”lerle anılacaksa- Türkiye’nin en güçlü ya da en zengin insanlarından biri kuşkusuz. Ama burada bırakmak hem haksızlık, hem de sığlık olur. Zira Ömer Koç, ülkenin en derinlikli entelektüellerinden biri olarak anılmayı hak ediyor. Ama heyhat, kültür gazetelerinin birinci sayfasına ekonomi kadar sık konuk olamıyor. Ne demişler, zenginin parası züğürdün çenesini yorar.
Ait olmadığı yerler
1962 yılının 24 Mart’ında, Çiğdem-Rahmi Koç çiftinin ikinci çocuğu olarak Ankara’da doğdu Ömer Koç. Baba tarafından dedesi yaşadığı ülkede zenginliğin simgesi sayılan Vehbi Koç’un, anne tarafından dedesi ise İzmir’in köklü ailelerinden armatör Avni Meserretçioğlu’ydu. Annesi ile babası ayrıldıklarında 11 yaşındaydı.
Önce Robert Kolej’de okudu Ömer Koç; ardından İngiltere’deki Millfield School’da. Osmanlıcaya merak saldığında henüz lisedeydi. Türk Nümismatik Derneği Başkanı Cüneyt Ölçer’den dersler aldı. Üniversite çağına geldiğinde tercihi Antik Yunan’dan yana oldu. Columbia Üniversitesi’nde İşletme yüksek lisansı yapması, hayatının iki kanalda ilerleyeceğinin habercisiydi.
Koç ailesinin âdeti üzre, muhtelif şirketlerde çalıştı. 1992’den bu yana görev aldığı Koç Holding’in önce Finansman Koordinatörü, sonra Enerji Grubu Başkanı oldu. Abisi Mustafa Koç vefat ettiğinde, Yönetim Kurulu Başkanvekili’nin Ömer Koç olduğunu neredeyse kimse bilmiyordu. Her ne kadar öyle gibi görünse de, saklanan biri değil. Kendisiyle benzer ilgi alanlarını, benzer tutkuları paylaşanlar cana yakın olduğunu söylüyorlar. Dostlarını kendinden yaşça büyük, hayat tecrübesi zengin, birikimli insanlar arasından geçiyor. Belli ki aradaki kuşakların sınırlarını aşan birikimine karşılık arıyor. En yakın dostlarından biri, 1921 doğumlu arkeolog Muhibbe Darga.
Ama kurdele kesmekten, konuşma yapmaktan ve resmi ziyaretlerden pek hoşlanmadığı aşikâr. Daha birkaç gün önce, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı makamında ziyaret ettiğinde çekilen fotoğraflarda ‘oraya ait olmama’ sıkıntısı, yüzünden belli oluyordu.
Tanıyanlar, göründüğü kadar mesafeli olmadığını söylüyorlar. Hatta İlber Ortaylı, 2003 yılında Sevgi Gönül ile Kavuklu ve Pişekâr gibi atıştıklarını aktarıp, Ömer Koç’un nüktedanlığından söz ediyor.
Paranın satın alamadıkları
Çocukluğundan beri kitap biriktiriyordu, 20’li yaşlarında bunu ciddiye almaya, bir koleksiyon oluşturmaya başladı. Ancak önünde büyük bir engel vardı: Şefik Atabey. Eski spiker Eşref Şefik’in oğlu, dünyanın en büyük kitap koleksiyonerlerinden biri. 15.- 19. yüzyıllar arasında Osmanlı dünyasına ilişkin 1300 parçadan koleksiyonu benzersizdi. Ömer Koç’un 1998’de Cornucopia dergisinde Şefik Atabey için yazdığı, kendisine dair ipuçları da taşıyordu.
“Kitap tutkunlarının ve satıcılarının dünyası küçük bir dünyadır,” diyordu Koç; “Bir alanda uzmanlaşmış koleksiyoncularınki daha da küçüktür.” O da bu küçük dünyanın içinde sürekli Atabey’in adıyla karşılaşıyordu. Paris ve Londra’da Osmanlı hakkında bir kitap sorduğunda, “Bu kitabın çok iyi bir kopyası vardı ama Atabey’e sattım” cevabı alıyordu. Sırf paranın satın alamadığı, ancak birikimin ulaşabileceği bir dünya…
“Gittikçe meraklanıyor, kendimi neredeyse çölde ulaştığı her vahada birisinin kendisinden önce davrandığını gören sıcaktan kavrulmuş bir adam gibi hissediyordum” diye yazmıştı Koç; “Atabey benim için efsanevi bir boyut kazanmıştı. ‘Olağan Şüpheliler’ filmindeki hayali kötü adam Keyser Soze’ye benziyordu”.
Ve ‘Keyser Soze’si ile Ömer Koç, 1990’larda, Sevgi Gönül vasıtasıyla tanıştılar. Atabey ona üç önemli öğüt verdi: Kitap koleksiyonun milli kütüphanelerle yarışamaz; nicelik değil nitelik üzerine yoğunlaş. Kendini bir konuda ve belli tarihler arasında sınırla. Elindekinden daha iyi bir kopya için daha fazla ödemeye hazır ol.
Bu öğütlerin peşinden giden Ömer Koç’un yolu, gün geldi Atabey koleksiyonu ile kesişti. Şefik Atabey kitaplarını bir İsveçli işadamına satmıştı, o da 2002 yılında bunları elinden çıkarmaya karar verdi. Sotheby’s’te yapılan müzayedede bu koleksiyonun büyük bir bölümü, Ömer Koç’a geçti.
Benzersiz ‘dolu silah’lar
Bugün Ömer Koç’un merkezine Osmanlı İmparatorluğu’nu alan koleksiyonundaki en eski tarihli kitap, 1493 baskısı. Aralarında Fransa Kralı XIV. Louis’nin, Rus imparatoriçesi Maria Feodorovna’nın, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın kütüphanesinden kitaplar da var. “Kitaplarımı seviyorum” diyor, “Onlarla kendimi güvende hissediyorum, tıpkı dolu silah gibi. Okumasan dahi oradalar…”
Osmanlı koleksiyonu dışında Ömer Koç’un en sevdiği şairlerden Baudelaire’in kitaplarının ilk baskıları, mektupları, Le Fleur du Mal (Kötülük Çiçekleri) şiirinin ithaflı iki kopyası da Ömer Koç’un benzersiz kütüphanesinde duruyor. Hayran olduğu bir başka yazar Marcel Proust’un, Oscar Wilde’ın, Victor Hugo’nun, Apollinaire’in, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Halit Ziya, Tanpınar, Abdülhak Şinasi, Yakup Kadri’nin imzalı kitapları da bu raflarda.
2007’de Sanat Dünyamız dergisine verdiği söyleşide “parası yetmediği” için kaçırdığı kitaplar da olduğunu öğreniyoruz. Bunlardan biri, Lolita’nın Nabokov’dan Graham Greene’ye imzaladığı bir kopyası. Ama romanın Nabokov’un kendi koleksiyonundan çıkan Türkçe çevirisi, şu anda Ömer Koç kütüphanesinde.
Ailede biriktirme alışkanlığı var. Babaanne Sadberk Hanım’dan çocuklarına, özellikle Sevgi Gönül’e miras kalmış bir alışkanlık. Ancak dünya çapında bir koleksiyondan söz edeceksek, Ömer Koç aile içinde benzersiz bir yerde duruyor. Kendi deyişiyle bu “deva na-pezir”, devası olmayan hastalıktan mustarip.
Zaten aile içinde pek çok alanda farklı bir yerde duruyor. 2008’de babası Rahmi Koç’un iş hayatında 50. yılını kutladığı gece de iki kardeşi sahneye çıkmış, babaları hakkında konuşmuş, Ömer Koç ise seyirciler arasında kalmıştı. O gecenin izlenimlerini Radikal gazetesine yazan Çağrı Bilgin, Koç ailesinin beyaz smokin giydiğini, Ömer Koç’un ise siyah smokinle katıldığını yazmıştı. Rahmi Koç, “Ömer biraz değişiktir. Biz beyaz giyeriz, o siyah” diye cevaplamıştı soruları. Ömer Koç’un cevabı netti: “Beyaz smokinim yok”.
Seks ve ölüm
Yalnızca kitap değil; gergedanlara dair her şeyi de topluyor. Ayrıca dünyanın en iyileri arasında gösterilen bir İznik çini koleksiyonu, otoportre koleksiyonu ve çoğunluğu Fransızca kitaplardan oluşan bir erotika koleksiyonu var. İngiliz gazeteci Catherine Milner’e “Seks ve ölüm ilgimi çekiyor” cümlesiyle açıklamış bu koleksiyonu…
Salacak’ta kütüphaneye dönüştürdüğü yalısının, Beyoğlu’ndaki stüdyosunun ötesinde, ofisinin (herhalde kendisi yazıhane demeyi tercih ediyordur) de “lebaleb” kitapla dolu olduğunu, Sevin Okyay’ın Arkitera için yazdığı Nadir Kitap Virüsü yazısından öğreniyoruz. Odanın her köşesinde; sehpaların, etajerlerin, Sedat Hakkı mezadından alınmış sedirin üzerlerinde sıra sıra kitaplar duruyor. Okyay’ın aktardığına göre Ömer Koç buluşmalarında ilk soru olarak, “İçinizde kitap muhibbi var mı?” diye soruyor. Yakınlarının da onayladığı üzere Ömer Koç, lisan-ı Osmani konuşmaktan hoşlanıyor. Hatta yeni Türkçe ile başı pek hoş değil.
Üç yıl önce yayımlanan Financial Times makalesi ise bize evi hakkında fikir veriyor. Kapıda, gelenleri Marc Quinn’in bronz heykelinin karşıladığını öğreniyoruz sözgelimi. Yemek masasının üzerinde ise gergedan heykelcikleri duruyor. Çünkü gergedanlar tıpkı dinozorlar gibi, çoktan kaybolmuş bir tür ona göre… Duvarlarda Francis Bacon, Stanley Spencer ve Egon Schiele tabloları, bir yanda ise Patricia Piccinini işi görülüyor.
Evdeki sanat eserlerini paylaştığı insanlar, çalışanları. Anlatılanlara göre sıklıkla seyahat ediyor, yılın belli bir bölümünü Londra’da geçiriyor. Eğer bir bienale ya da sanat fuarına gidecekse, İstanbul’daki evinde çalışanların ona eşlik etmesini ve eserlere dair bilgi edinmelerini sağlıyor.
Koleksiyonunu paylaşmak konusunda pek hasis değil. Beyoğlu’ndaki ANAMED, onun koleksiyonlarından parçalar sergiliyor; Orhan Veli ile büyük aşkı Nahit Hanım arasındaki mektuplaşmalar onun koleksiyonundan çıkıp okurla buluşuyor. Kurduğu sanat alanı ARTER’in ardından şimdi onun öncülüğünde, Dolapdere’de bir çağdaş sanat müzesi yükseliyor.
Belli ki yeni görevi, onun fedakârlık edeceği bir görev. Zamanından, tutkularından, hazlarından fedakârlık edecek. Geçmişi bugünden daha çok merak eden biri ama büyük bir holdingin geleceğini şekillendirecek.
Merak etmeden duramıyorum; acaba holdinge kattığı yeni bir şirket onu koleksiyonuna kattığı yeni bir kitap kadar mutlu edecek mi?
Sanmam.
O bir “kitap muhibbi” ne de olsa. Habibini başka yerde neden arasın?
Kaynak: cumhuriyet.com.tr