Ne yapın edin, bu belgeselleri izleyin!

Emrah Kolukısa

Her biri önemli bir meseleye temas eden üç belgesel şu sıralar Netflix’te izleyicisini bekliyor. Hollywood’un trans bireylere dair bakış açısını eleştiren “Disclosure”, ABD’deki en büyük cinsel taciz skandallarından birini konu edinen “Athlete A” ve engelli bireylerin hayatlarını değiştiren bir yaz kampını anlatan “Crip Camp” izleyicinin ufkunu açacak cinsten belgeseller.

TRANSLAR VARDIR, BEYAZPERDEDE DE: “DISCLOSURE”

Madem ki Onur Haftası’ndan çıktık ve madem ki devlet büyüklerimiz “Aman ha, sapkınlıktır bu, karşısındayız bu mendeburların” minvalinde açıklamalar yapıyor hâlâ, o zaman biz de yeni belgeselleri ele aldığımız yazıya “Disclosure” (“Beyaz Perdenin Ardında”) adlı yapımla başlayalım.

Sam Feder’in yönetmenliğini üstlendiği “Disclosure” günümüzde Trans bireylerin (ve non binary; gender fluid/cinsiyet kimliği akışkan; tüm bunları bilmeyenler lütfen hızlıca bir internet taraması yapsın) beyazperdede ve TV’de nihayet kendi hikâyelerini kendilerinin anlatmaya başladığını söyleyerek açılıyor ama buraya kadar gelinen yolda neler yaşandığına dair de çok çarpıcı saptamalar ve örnekler sunuyor. 

Trans bireylerin sinemanın ilk dönemlerinde bile beyazperdede temsil edildiklerini ve bu temsilin her dönem ciddi sorunlar içerdiğini anlatan “Disclosure”daki en ilginç tezlerinden biri dinamik montajın, yani “kesme”nin hikâyeyi ilerletmek için kullanıldığı ilk film olduğu öne sürülen 1914 tarihli “The Judith of Bethulia”da (y: D.W. Griffith) yer alan hadım edilmiş bir trans karakterin tesadüf olmadığı ve o hadım edilme sırasındaki “kesme” ile filmdeki kurgusal kesmenin bir şekilde örtüştüğü yönünde. Tarihçi Susan Stryker bunu “Bu hadım edilmiş, kesilmiş figür sinemasal kesmenin keşfine nezaret ediyor bir anlamda. Sanki trans ve sinema birlikte büyüyüp gelişmişler gibi” diye özetliyor. 

Yazının devamını okumak içimn tıklayın