“çocukken en tanış olduğumuz küçük canlılar çalışkan karıncalardı. onları uzun uzun, hiç sıkılmadan izler, krallıklarının dehlizlerine süzülüvermek, ana kraliçeyi görmek isterdim. ama bilirdim, küçük karıncalarla büyük karıncalarının çarpıştığı, aşinalığın aşinalık olmadığı, mevcudiyetinse gizemle harmanlandığı bir başka âlemdi karınca dünyası. çocuk gözümle toprağın üzerinde hareler gibi duran çukurların içine ve dışına doğru uzayan karınca dualarını okumaya yeltenirdim. ama ne mümkün! aceleci karıncalar zihnimi de bedenimi de karıncalandırırdı. öyle ki zihnin kıyılarına vuran bir şey kaçırıyormuşum hissini ötede beride tutabilmek için gözümü kırpmak bile istemezdim. ama gördüklerim bana yetmezdi. sihirbazdı bu karıncalar. annemin babası Zahit dedemden kalma akik tespih taneleri gibi dizi dizi yerin altını kat kat, yol yol, adım adım arşınlayarak oraları en nadide hanelerle bezediklerini düşünür, aklımda bu fena fikir toprak üzerindeki harelerini aşıp evlerini görmek isterdim: durmak bilmeyen karıncalar, benzersiz ölümsüzler.”
Nermin Soybaşlı
Funda Şenol ‘un Kitap Hakkında Gazete Duvar’da yazdığı yazı Nermin Saybaşlı’nın aşağıdaki yazısının altında
“Küresel pandeminin başlangıcından sonra yıllardır yüzünü göremediğim, yüzüne hasret kaldığım Namrun yaylasına gittim, daha doğrusu çocukluğumun yaylasına, ilk göz ağrıma geri döndüm. Tarsus’un yaylası Namrun, deniz seviyesinden 1100 m yükseklikteki, Çukurova’nın alev topuna benzer havasından kaçacağınız Toroslar’ın en yüksek bölümü olan Bolkar Dağları’nın eteklerinde yeşil, yemyeşil bir dünyadır. yeni, “modern” ismi Çamlıyayla, ama ben bu isme hiç alışamadım. yabancılaştırma efekti taşıyor bu sözcük, resmi tarihin hoyratlığının simge ismi oluveriyor zihnimde. Türkçeleştirmenin hafızayı silme gayretinin bu emareleriyse on altıncı yüzyıldan itibaren kullanılan ismiyle Namrun’un yeşil doğasına uyuyor da uymuyor, neyse ki oraya hiç yerleşemiyor.
“Namrun’a son gidişim bir geri dönüş hikâyesi olacaktı, daha yola çıkmamışken bunu biliyordum. tıpkı eski çocukluk günlerindeki gibi üç ay kaldım Namrun’da, temmuzda gidip ekimde geri döndüm. kısmet o güneymiş, demek isterdim ama değil. kültürel bir karabasanın dünyayı ev bellediği geniş bir zamanda aklıma Namrun’un düşmesi, yüzümü belli bir tarihsel zamanın ve o zamanın vadettiği doğaya çevirişim tesadüfi olamazdı.
“yaylada düşünürdüm. doğa da düşünür. en iyi doğada düşünür insan.
“anneannemlerin yayla evinin büyük odasında koyu ahşap çerçeveli bir ayna asılıydı. televizyonlu odada duran sırları az biraz dökülmüş bu eski aynada kendime bakmaktan çok yüzeyindeki kat kat olmuş çizgileri tarihin çizelgesi gibi dikkatlice okumaya çalışırdım. hayat su gibi mi akmıştı? aksa bile geçip gitmemiş diye düşünürdüm. harelenen aynanın yüzeyindeki çizgileri kaybetmemeye çalışan gözlerim aynadaki sırların kuyusuna düşüverirdi. hayat bir sır mıydı?”
—Nermin Saybaşılı
Funda Şenol ‘un Kitap Hakkında Gazete Duvar’da yazdığı yazı
Eski bir ev olarak çocukluk
Zamanın yavaş aktığı, yaz sıcağıyla baş edebilmek için dayatılan öğlen uykularının günlerimizi kısaltacağı için kabusa dönüştüğü, gübre kokusunun, doğada yaşayan canlıların sesinden başka bir şey işitilmeyen gecelerin, dalından ve topraktan toplanan sebze ve meyvelerin tel dolaplar, sandık odaları ve kilerler gibi geçmişte kaldığı çocukluğumuzu hatırlamak başka bir dünyanın yolunu bulmamızı sağlayabilir.
Bu yazım başlığından anlaşılacağı gibi belli bir yaş üzerine hitap ediyor. Yaşlılığa doğru yol alırken fiziken dönüşü olmayan yaşam evrelerinize, çocukluğunuza, gençliğinize, bilinçliyken veya rüyadayken sık sık dönüyor, ya burnunuzun direğinde sızı hissediyor ya da yeniden travmatize olmuş halde buluyorsunuz kendinizi. Çocukluğunuzun iyi mi, kötü mü geçtiğine (ki iyi-kötü de tartışılır) bağlı olarak bu halet-i ruhiye değişse de, genelde nostalji duygusu ve güzel hatıralar galebe çalıyor. Çocukluk travmaları, uyarına gelirse bir uzmana anlatılmak üzere bastırılıyor muhtemelen. Aile sırları olarak empoze edilen tecrübeleri açık etmemek yönündeki ahlaki ketin yanı sıra zihin kendini korumaya mı alıyor ne?
Çam pürleriyle Namrun’dan, ceviz tetiriyle Niğde’ye…
Yakın zamanda Nermin Saybaşılı’nın, Tarsus’un yaylası Namrun’da geçirdiği çocukluk yazlarını andığı, daha doğrusu bugünkü aklı ve kalbiyle geri çağırdığı kitabı Çam Pürleriyle Namrun’u okudum. Pandeminin şerrinden kaçıp, uzun yıllar sonra bir yaz daha geçirdiği Namrun yaylasındaki aile evinin odalarının kapılarını açıp içeriye göz atarken, “çocukluk eski evdir” diyor Saybaşılı. Aralanan her kapı bellek kapılarını da açıyor. Neredeyse günün her saatinin geçirildiği, misafirlerin ağırlandığı merdivenle çıkılan teras benzeri sofa bu küçük konakların kalbi olsa da, bir mevsimlik evlerin az eşyalı odalarındaki her bir objenin çağrıştırdıkları çocuklukla birlikte dünyanın, toplumun, siyasetin, şehirlerin, insan ilişkilerinin nasıl dönüştüğünü anlamak için de bir anahtar vazifesi görüyor.
Bol fotoğraflı bu incecik kitabı okurken kendi çocukluk coğrafyam hücum etti zihnime sürekli. Bizim kelebek ömürlü takılar yaptığımız ve çam iğnesi dediğimiz çam pürleri, ellerimizde inatçı lekeler bırakan ve tetir denilen taze ceviz kabuklarıyla hemhal olduğumuz Niğde ve Ulukışla yazlarını doldurdu kucağıma. Ve başka yaz şehirlerini, köylerini, kasabalarını, bağları, bahçeleri, evcilleştirilmiş ve yabani hayvanları, düğünleri, doğumları, cenazeleri, düşmanlıkları, dostlukları, bize benzeyen ve benzemeyen komşuları…
https://www.gazeteduvar.com.tr/eski-bir-ev-olarak-cocukluk-makale-1658946