Sabah erkence kalkıp sakin sokaklarını dolaştım Parıs’in.
En sevdiğim saatler.
Yaz sessizliği iyice çöktü kente.
En sevdiğim zamanları Paris’in.
Çılgın kalabalık yok.
Telaşla işe koşturanlar yok.
Köpeklerini gezdiren gayet şık Madam ve Mösyöler görüyorum ara sıra.
Bir bisikletli geçiyor önümden aheste
Kolumun altında kitabım her gün uğradığım bayiye uğrayıp Le Monde
ve pazarları okumayı sevdiğim Liberetion gazetelerini alıyorum.
Şu an Normartre Tepesi’nde, Abreuvoir sokağındaki La Maison Rosa Cafe’deyim.
İki katlı, şirin, pitoresk bir kafe burası.
O kadar güzel müzikler çalıyorlar ki.
Şansonlar.
Çok eskiden beri karı-koca ve iki kızı çalıştırıyor burayı.
Çok hoş insanlar. Güleryüzlü ve oldukça konuşkanlar.
Mona’yla buraya sık sık geliyoruz.
Bir gün buranın resmini yapmak istiyoruz.
Mona bu aralar başka bir kentte kır hayatı yaşıyor.
Kafenin önünde kaldırım kenarındaki kırmızı örtülü masalardan birinde oturuyorum.
Kışları ise üst katta pencere kenarına oturup, kar altıdaki kenti izlemek hoşuma gidiyor.
Juliet kahvemi getirdi.
Kızlardan küçük olanı.
Oğlanlarının haylazlığından şikayetçi. Ders çalışmıyorlarmış. ”Boşver ben de çalışmazdım” diyorum.
Çok sevdiğim ”Bolero”nun bestecisi Maurice Ravel’de sık sık buraya uğruyormuş..
Ve Bolero’yu da burada bestelemiş. İçerde şöminenin yanındaki masa ona ait ve kimse oraya oturtulmuyor.
Ben henüz bu büyük besteciyle karşılaşamadım.
Bugün gelir mi acaba?
Paris / Sıcak bir Temmuz günü