Bazen, Adana’dan niçin çok sayıda sanatçı çıktığı sorusuyla karşılaşırım. Bu konuyu ben de hep düşünmüşümdür. Adana’daki bu kültürel birikim nereden geliyor? Öyle ya, bir birikim olmasa, bu kadar dikkat çekecek yoğunlukta sanatçı çıkmaz…
Göl kıyısındaki bulvarda, bir bankta oturan aşığın, sevgilisine çiçek almayı düşünmesinin tarihi, belki de Adana’nın tarihiyle aynıdır. Bu tarihin bilmediğimiz kesiti, üç bin yıl önce Adana’yı kuran Kizzuwatna krallarından İsputahşu’nun Adana Müzesi’ndeki mühründe saklıdır. Tepebağ Höyüğü biraz kazıldığında, yerden fışkıracak olan muhafız alayının atları, yelelerindeki tozu silkelediğinde, yine aynı tarih saçılacaktır önümüze.
Gerçekte, Kadeş Antlaşması’nın komutanlarından Hitit Kralı Muvattali’nin Sirkeli höyüğündeki yaklaşık üç bin iki yüz yıl öncesine ait kaya kabartması ile Taşköprü’nün korkuluklarından attığı oltasını bekleyen adam arasında da biçimsel açıdan pek fazla fark yoktur. Ama içerik açısından aynı şeyi söylemek biraz zordur…
Şubat ayıyla birlikte kentin köşe başlarında satılan sümbül ve nergislerden kadınlar kadar erkekler de satın alırlar. Acıyı çok sevmelerine karşın, Adanalılar tatlıyı da çok severler. Küçüksaat meydanındaki tatlıcıya toplaşmış kadınlar ve erkekler, bunun kanıtıdır. Ama nedense, Adanalıların tatlıyı sevdiklerini kimse öne sürmez. Sanki acı çekmeye yatkın kişiliklerine ters düşmek istemezler.
Kentte saatleriyle anılan iki semt vardır: Büyüksaat ve Küçüksaat. Büyüksaat, tarihsel özelliği olan, taştan yapılmış, daha yüksekçe bir kuledir. Bu özelliğiyle, feodal yaşam biçimini temsil eder. Oysa Küçüksaat, üzerinde bir bankanın adı yazılı olan kumbara biçimiyle kapitalist yaşama biçimini temsil eder. Altı-yedi metre yüksekliğindeki bir direğin ucunda yer alan bu kumbara/saat, insana parayı anımsatır. Zaten, iki saatin yer aldığı bölgeler arasında çok önemli sosyal, kültürel, ekonomik, estetik farklılıklar vardır. Büyüksaat’in çevresi daha eski görünümdeyken, Küçüksaat’in çevresi daha modern bir görünümdedir.
Atatürk Parkı’nın serin çimlerinde, çam ağaçlarında dem çeken kumruların hüzünlü ninnisiyle , günün her saatinde mutlaka uzanmış uyuyan birtakım adamlar bulunur. Bu adamlar, iki bin yıl önce Pers Kralı Dara’yı Erzin’de yendikten sonra Adana’ya girerek kendilerini çimenlerin üstüne atmış Büyük İskender ve adamlarını anımsatır.
Adana’nın en iddialı kültürel etkinliği, Altın Koza Kültür ve Sanat Festivali’dir. Festival, 1969 ile 1973 yılları arasında, Altın Koza Film Festivali adıyla varlığını sürdürdü. Anlaşılmayan (aslında anlaşılan) nedenlerle, uzun yıllar varlığını yitirdi. Geçtiğimiz birkaç yıldır, biraz daha farklı bir kimlikle, yeniden ona varlık kazandırıldı. 1970’de Yılmaz Güney’in ”Umut” filminin ödül aldığı günlerdeki görkem, Yılmaz Güney’in filmde kullandığı at arabasıyla kent merkezinde, peşindeki hayran kitlesiyle tur atması, Adana’nın iki bin yıl önce Roma İmparatorluğu’nun eline geçmesiyle kentin valisi olan Çiçero’nun kentte tur attığı sıradaki görkemden daha büyüktü belki de.
Güz ucunu gösterdiği zaman Kalekapısı’ndaki dükkanların tentesinden, Yeni Adana Gazetesi’nin sanat sayfasında şiiri yayımlanan bir amatör şair heyecanı sarar işe yeni başlayan tekstil işçilerini. Anavarza Kalesi ile Yılan Kalesi arasında, İnce Memed’in atı gibi bir sis ağar ovaya. Orhan Kemal ile Bekçi Murtaza tavla oynarlar Kuruköprü’deki Yüksek Kahve’de. İncirlik Üssü’nden havalanan savaş uçağının gürültüsüne boğulur, pamuk işçisinin türküsü.
Adana’da, tarlalara su taşımak üzere yapılmış, doğuya ve batıya doğru akan iki büyük sulama kanalı vardır. Bunlardan batı yönüne akan, bizim evin biraz ilerisinden geçer. Mahallemizden geçen kanal, kişiliğimizin oluşmasında büyük bir rol oynamıştır, diyebilirim. Çünkü kanalın yaşamımızda büyük bir yeri ve önemi vardı. Üç dört aylık yaz tatili boyunca. bütün günlerimiz aşağı yukarı kanalda yüzmekle geçerdi. Bu yüzden de, mahallemizin bütün erkek çocukları (elbette çok iyi yüzen kızlar da vardı), çok iyi birer yüzücüydü. Daha sonraları, yüzücülüğü meslek edinenler bile olmuştu. Faruk Morkal, olimpiyatlara bile katılmıştı. Ersin Aydın, yanılmıyorsam Manş Denizi’ni yüzerek geçmişti. Ünlü halterciler Ahmet Suvar ve Salih Suvar da, bizim mahallenin çocuklarıydı. Kanalda, suya attıkları büyük taşları kaldırarak çalışırlardı. Kanalın karşısında nar bahçesi vardı. Yüzerek karşıya geçer, bahçeden nar çalardık. Topladığımız narları şortlarımızın içine doldurup, tekrar yüzerek karşıya geçerdik. Bahçenin azgın bir bekçisi vardı, bizi sopayla kovalardı. Genellikle yakalanmazdık. Köyden yeni gelmiş, Mehmet adında bir çocuk vardı. Yüzme bilmiyordu. Bir gün, nar çalmak için karşıya geçtiğimiz günlerden birinde, Mehmet de uzaktaki köprüden geçip gelmişti. Pusuya yatmış olan bekçi, elindeki sopayla bize saldırınca, kurbağa gibi kendimizi suya atmıştık. O sırada, bir de baktık ki, Mehmet de korkudan suya atlamış, can havliyle çırpına çırpına karşıya geçiyordu. Çok şaşırmıştık. Mehmet, o günden sonra yüzmüştü.
https://www.gazeteduvar.com.tr/1970ler-adanasinda-bir-gezinti-haber-1500593