Meral Akşener’in giyiminde yıllar önce dikkatimi çeken bir şey olmuştu; sonra hep aynı ayrıntıyı gözlemleyince giderek bunun bir işaret olduğunu, bir tutum sergilediğini düşünmeye başlamış hatta evde, sağda solda hısım akraba dostlarla yaptığımız sohbetlerde söylemiştim. Pek itibar edildiğini de söyleyemem. Giyiminde derli topludur, saçları bakımlı, bazen pantolon bazen etek giyer; üstünde daima tamamlayıcı bir ceket vardır… Değişmeyen tek şey; giydiği gömleğin en üst düğmesini daima ilikler. Benim bildiğim son yirmi yılı böyle. Arama motorunuza adını yazıp görsele bastığınızda bunun tersini kanıtlayan tek bir fotoğrafını bulamazsınız.
Fotoğraflar konuşur… Bazen hiç tanımadığımız bir çiftin fotoğrafına uzun uzun bakarken buluruz kendimizi; ne kadar mutlular der, imreniriz. Bir elin diğer bedene dokunduğu o an, bir bakış, bir ifade, bazen oturuş, ayakların duruşu, her şey konuşur… Az çok bu işlerle – reklamcılık, imaj tasarlayıcı, fotoğraf muhabiri, fotoğraf sanatçısı ya da benim gibi meraklı- uğraşan herkes Goebbels’i tanır. Hitler’i Hitler yapan kişidir. Keşke bu yeteneğini barışçıl bir dünya için kullansaydı da …. Fotoğraf kalpleri ele geçiren inanılmaz bir güce sahiptir.
Özellikle son yıllarda Akşener’in pek çok beyanatını okudum, parti içi grup konuşmalarını dinledim. Ateşli konuşmalar yapıyordu. Geldiği taban olan MHP’den ayrılmış, gözünü var olanların dışında kalan bir partiye oy vermek isteyenlere dikmiş; yeni bir parti kurmuştu. Oy alabileceği seçmen profili; HDP’yi asla kabul etmeyen, aynı zamanda anti-iktidarcı, bir kısmı Gezi’yi bir direniş olan gören, siyaset alanında kadın olmasını önemseyen, Osman Kavala’nın yıllardır hapse mahkum edilmesine ‘olacak iş mi?’ diyen bir kesimdi. Aralarında pek çok kez CHP’ye oy vermiş ama Kılıçdaroğlu ile bu iş olmaz, diyen bir kesim… Yaptığı ateşli konuşmalar… Ben dinliyorum… 10 Mart 2021. Akşener konuşuyor… ‘Bahçeli bana Fosforlu Cevriye dedi,’ diyor. ‘Bahçeli bana hakaretlerde bulundu,’ diyor. Zahmet edip, Suat Derviş’in romanını okumamış demek ki! demiştim. Fosforlu Cevriye olmayı bir hakaret kabul etmiş, demiştim oysa benim şimdiye dek okuduğum romanlardan üçü- biri bahsi geçen, diğeri Sabahattin Ali’nin Gramofon Avrat öyküsü, diğeri Saramago’nun Çatıdaki Pencere (Skylight) yaşam tarzı toplumca kabul edilmeyen kadınların verdiği erdem derslerini konu alır… Olmazsa olmuyor işte demiştim; kadın bir siyasetçi erkeklerin önüne çıkıp, ‘ben Fosforlu’yu kucaklıyorum, sizler üstünüze lacileri çekip kadınlara hakaret yağdırırken ben kadınların hangi koşullar altında yaşamak zorunda olduğunu- sunulmayan eğitim, yoksulluk, aile içi taciz ve tecavüzler, zalim bir eş, …- araştırıyor, bire bir yüreklerini dinliyorum. Hepsi benim yurttaşımdır,’ dememişti. Nasıl desin? Okumamış ki! Tek bir danışmanı bile okumamış! Olmazsa olmuyor demek ki!
Bugün sayfamın değerli takipçilerinin açtıkları soruların altına yazılmış yorumları okudum tüm gün.. Demlediğim çay bile zevk vermedi; neler olmuş? Bu yorumlar, hele benimkinden farklıysa, müthiş bir sosyolojik hazine… Birisi şöyle demiş; ‘Kırk Yıllık Kâni Olur Mu Yani!’. 1990 başlarına vurgu yapmış, faili meçhuller, tepeden tırnağa kremalı, Robert Kolej mezunu, Boğaziçi Üniversitesi’de – ben değil- mesai arkadaşlarının ‘some-time professor- dedikleri Tansu Çiller’in yanına kalkan aldığı halktan bir kadın, Mülkiye’de Kurthan Fişek’in dersine davet edip; amfide oturan öğrencilerine ‘işte karşınızda derin devlet’ dediği kişiyle kanka… İnanmıyorsanız; geçmiş gazete arşivlerini tıklayın.
Allah sizi inandırsın; şu eğitime, değişime, kişinin kendine özgürlük alanı tanıyıp önyargılarından arınmak isteyen hevesine o kadar gönülden inanırım ki Meral Akşener’de bir umud arayan seçmenin düş kırıklığı için üzüldüm. Ayrıca fevri ve akıldan yoksun buldum. Kimse bu halkı küçümsemesin! Sen şimdiye kadar, bir yıldır, ‘mucize beklenen altılı masaya’ Kılıçdaroğlu’nun aday olarak sunulacağını düşünmedin mi? Düşünmediysen birden ikiye geçemezsin. Bu olasılığı kurulunda daha ilk günden tartışmaya açmadın mı? O zaten akla gelen ilk isimdi; CHP Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’u, başkent Ankara’yı, çok yıllardır ANAP, AKP ve MHP yandaşı Adana belediye başkanlarını silmiş süpürmüş, halka umuttan bile fazlası olmuştu. Üstelik 6 Şubat gecesi yaşadıklarını ‘biz Cehennemi gördük, nasıl olduysa çıktık içinden,’ diyen; sevgili ailesini, akrabalarını, komşularını, tanışlarını, hemşehrilerini kaybetmiş, ruhu avare dolaşmaya mahkum depremzedeler varken? A planın, B planın, C planın yok muydu? İmamoğlu ve Yavaş’a çağrı tek bir şeyi gösteriyor; bu iki şehrin kaybını her şeyden önemli buluyorlar. Artık, ‘ekonomi tıkırında değil.’
Biz kadınlar; çok şükür, küpe, kolye filan takmayı severiz. Bazı sabahlar elbise dolabımızı sırf bir kolyemizi takmak için karıştırır, ona uygun giysiyi buluruz. Üst düğmeyi iliklemez, kolyemizi takarız. ‘Gündelik Hayatın’ – gündelik hayat deyip geçmeyin; hakkında yazılmış nice tez ve kitap var- sıradan, önemsiz görünen bu ayrıntısı bize o gün için enerji verir, kendimizi daha iyi hissettirir. Bu satırları yazan garip, ‘öğleden sonra sizi bekliyoruz,’ diyen işverene; ‘özür dilerim, ertelemesi mümkün olmayan bir işim var. Yarın sabah gelsem, uygun olur mu?’ demiş ve hemen dip boyaya gitmiştir. Bunu küçümsemeyin; insan dış görünüşüne özen gösterince kendini daha güvende hisseder.
İşte bugün Akşener, ısrarla iliklediği üst son düğmesinin ardında ne sakladığını gösterdi.
Vardığım sonuçlara sebep olan şeyler hep birer ip… Onu da Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi adlı iki ciltlik romanını okunurken buldum; ‘sebep’ sözcük anlamı olarak ip demekmiş. Ucunu tuttuğum ipler diyor ki;
1. İnsanın en büyük düşmanı kendisidir.
2. İmamoğlu ve Yavaş yürütmeye oy çokluğuyla getirildikleri görevlerinde sabit tutulmalı, bizden daha fazlasını istemeye kalkışırlarsa itibar görmemelidir.
(Bu konuda Yavaş’ın halihazırda İmamoğlu kadar hevesli olduğunu sanmıyorum çünkü ego üstüne düşünmüş bir adam. Tamam, MHP tabanından geliyor ama az da olsa bazı insan için ruhunu kuşatan karakter her şeyden önde gelir, var oluşunu sergiler. Yaptığı bir söyleşide belediyede tek bir fotoğrafının dahi kurumsal odalarda asılmasına izin vermediğini dinledim. Bunun için bir genelge yayınladığını dinledim. Böyle şeyleri önemsiyorum.)
3. Masa? Dört ayaklı, soğuk, anlamsız bir sözcük.
Yaşadığımız deprem gösterdi ki yıkılan binaların molozları altında kalmış, saatlerce, günlerce kabir azabı çekmiş, ses verse de ulaşılamayan sevgili her bir can… Ve onları kurtarmak için çırpınan ‘o güzel ve cesur insanlar’, hiç kimseye sen Alevi misin, Kürt müsün, Ermeni misin, Süryani misin, Rum musun, Arap mısın, Suriyeli misin dememiş, canını dişine takarak, uykusuz, aç karnına, insanüstü bir çaba göstererek bir can daha kurtarmak için didinmiş. Bu trajik manzarada halk yitip gitmiş ama aynı zamanda, girilmesi en zor yerlere koridor açarak, bir sarsıntıda o beton yığınları altında kalma riskini bir an bile düşünmeyen cesaretiyle yine bu halk kazanmıştır. Bu halk işte buradadır. Kutsal özverisini anlatmak için bulmaya çabaladığım sözcüklerin hiç biri o anlarda akıllarından geçenleri betimlemeye yetmez. Kahvede iki üç tur tavla döndürürken dilinden ayrılıkçı, bazı sınıflara düşman sözcükler dökülen bu halk, esasında merhametli bir yürek taşıdığını işte böyle öğrendi. Nazım boşuna dememiş; ‘akrep gibisin be mübarek!’
O masayı masa olarak görmek istemediğimde yalnız olduğumu sanmıyorum. O bir sofra olabilirse ekmek de aş da su da hakkaniyetli bölüştürülür, niye?
Bu dünya herkesin, her canlının dünyası. Bunu hep aklımızda tutarak… artık ne kadar yaşayabileceksek…