Saniye Akay Demirel ” Salim Bey”

Cumartesi öğle vakti Salim Bey geldi. Bir gün önce aradığında sormuştu;
Hasan Bey nasıl?
Duyunca çok üzüldü.
Ah ben! Sizi şoförü, arabası, konaklaması benden Reşadiye’ye götürme sözü vermiştim. Araya salgın girdi sanırken…
Ertesi gün geldiğinde ben ağlayınca, yaramı saracak sargı bezleri çıkardı yüreğinden; hay sizin şu aslan oğullar, hay senin güzel yüreğin, hay o herkesi kucaklayan, alçakgönüllü abimiz…
Benim Salim Bey’le tanış olmamın en az bir yirmi iki yılı vardır. Yıl dediğimiz ne ki? Karşılıklı komşu iki binanın bahçesinde iki mevsim açan güller kadar kısa bir zaman; bir taraftan da her biri üç yüz altmış beş güne yayılan merhaba, günaydın, iyi akşamlar, çocuklar kaçıncı sınıf oldu bu yıl?
Merve üniversite öğrencisi artık! Beni kışkırtan sözcük! Oğlan daha küçük. Kızım çok güzel okuyor. Edebiyat okuyor. Lisede ben de edebiyat bölümündeyim. Bizim Reşadiye’de dilden dökülen her sözü kafama yazmışımdır. Şöyle düşün; geçen yıl rahmetli olan annem evinden çıkıp benim dört dönümlük tarlamdaki evime doğru yürürken zurna çalmışımdır. Eh, fena da çalmam!
Bir düşünsenize; anneniz size doğru yürüyor ve siz coşkun namelerle zurna çalarak anneyi karşılıyorsunuz.
Tokat; Reşadiye doğumludur Salim Bey. Bahçıvandır, ithal, metresi çok eurolu döşemelik kumaş satan bir kuruluşun artık emekli depo amiridir, kapısının önüne şoförsüz bırakılmışsa kocaman bir jeep eğer; uygun yer aramakla sorumlu valedir de aynı zamanda. Lise sonrası polis olmak için yanıp tutuşmuş biridir- güzel iş, devlet kanatlarında, itibarlı. Öyle düşünür Salim Bey. Sınava girmek için gitmesi gereken şehre gider. Sınavdan geçer not alır. Sevinir. Bir sınav daha varmış. Birkaç gün kalmak gerekecek. Polis olmaktan vaz geçer.
Benim sözlü edebiyata düşkünlüğümü bilir Salim Bey; her gelişinde tatlı hikayeler anlatır bana. Yüreğime biraz su serpmek için anlatır:
‘Konuşma esnasında sormuşlar; demişler ki düşmanın var mı? O da demiş ki yokkkk! Peki kardeşin var mı? demişler. Var bir tane demiş. O zaman düşmanı ne edecen?’
Anlatmaya devam ediyor; ‘Mezar nasıl oluşmuş; biliyor musun?’
‘Bilmiyorum Salim Bey. İşin doğrusu, bir yanım mezarın beyhudeliğine inanırken bir yanım da başında yazılı bir son sözle şimdi ölü, zamanında canlı birinin hatırasına meyl ediyor.’
Salim Bey anlatıyor; ‘defin işlemi Kabil ve Habil zamanından itibaren sürüyor. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğü zaman, kardeşinin naaşı ortada kalmış. Kabil, bunu ne yapmam gerekir diye düşünürken bir şey görmüş. Bir karga. Karga, yeri eşeliyor. Kabil’in kafasına yatıyor bu iş, yere bir çukur kazıyor. Kardeşini oraya gömüyor.’
Anlatıyor Salim Bey. Anlattığı her hikayeye sarıldığım coşkun heyecanın yüzüme yansıyan ifadesini karşımdaki adamda da görerek; şimdilik gelmekte olan sonbahara coşkuyla yüzümü çeviriyorum.
Haydi bilin; neler getirdi evime? Şu kışı geçirmek üzere olduğum evime?
Kocaman bir torbaya doldurmuş. Uzatırken kocaman, mutlu bir gülüş yüzünde; taze ceviz, yemeğe katmalık domates sosu, kuru yemişlik elma ayva dut kuruları, hem kara hem beyaz erikten yapılmış ‘şekersiz içmelik özler’, koca bir plastik kavanoz dolusu Tokat yaprağı, Erik Reçeli, İncir Reçeli, lor peyniri, erişte, …
Merve, üniversiteyi bitirdi, yüksek lisans yaptı, bir saz sanatçısıyla evlendi. Torun var mı soruma Salim Bey, ‘onlar daha çocuk; biraz daha büyüsünler bakalım; o da olur!’ dedi.
Tatlı hayat! Sen ne tatlısın!
Hep böyle sür. Teşekkür ederim.