Küçükken, anneme teşekkür etmeyi ve ona olan sevgimi ifade etmeyi, zaman zaman ihmal ederdim. Aksi zaten mümkün değil, nasılsa çok sevdiğimi biliyor, ne gerek var ki, davranışlarımla da bunu ona gösterebilirim, diye düşünürdüm.
Kendi aklımca, onu mutlu etmeye çalışırdım. Gezmeye falan gittiğinde mutfağı toplar, tabureye çıkarak boyumun yetmediği mutfak raflarını düzenler, bahçeden kopardığım bir gülü de vazoya koyar, içim içime sığmaz bir vaziyette dönmesini, fark etmesini beklerdim.
Büyüdükçe, bazen davranışların yetmeyebileceğini ya da insan ruhunun sevgi sözcüklerinden daha çok beslenebileceğini anladım ve ruhumuzdan yayılan sevginin, sözcüklere de dökülmesi gerekliliğini hissettim.
Çünkü yeryüzü ancak o zaman daha yaşanabilir hale gelebiliyordu ve dünyayı etkisi altına alan nefretin, öfkenin, şiddetin izi böyle anlarda silinebiliyordu. Sevgi sözcükleri o kadar kuvvetliydi ki tüm kötülükleri etkisi altına alabiliyordu.
Kızlarıma da hep bundan bahsettim; sevginin fark edilmediği, hissedilmediği anlar yoktur belki ama çoğaldığı zamanlar vardır. Böyle zamanlarda kanat çırpar düşler, hayaller, umutlar. Böyle zamanlarda geri gelir özlediğimiz o yıllar.
Gözlerdeki umudun aynı olduğu sabahlar. Upuzun, bitmeyecekmiş gibi gelen günler. Yemyeşil bahçelerde oynanan sonsuz oyunlar. Anne kahvaltısından gelen kokular. Baba omzundaki huzurlar. Bayram sevinciyle uyanılan uykular. İftar sofrasında edilen dualar. Yeni yılı karşılayan simli kartlar. Evde pişenden komşuya uzatılan tabaklar. Kahvenin yanında ikram edilen kolonyalar. Güvenle dolaşılan sokaklar. Birlikte üzülüp, birlikte eğlenip, birlikte yas tutulan anlar. Dünyayı durduran kucaklaşmalar. Sıcaklığı hiç unutulmayan sarılmalar. Sadece keyifle eşlik edilen şarkılar. Toprağa sinmiş baharlar. Ekinlerin arasındaki gelincikler, papatyalar. Böğürtlen lekeli kahkahalar.
Yazının devamını okumak için tıklayın