Vücudunuzda kolunuzun uzanamadığı bir noktada bir sinek ısırığı düşünün. Sabah akşam, durmaksızın kaşınıyor, sizi huzursuz ediyor. Kaşırsanız yara olacağını ve daha çok rahatsızlık vereceğini, iyileşme süresinin uzayacağını biliyorsunuz ama yine de kendinizi tutamıyorsunuz. Türkiye’de sinema endüstrisini ve film festivallerini düşününce yalnızca bu imaj geliyor gözümün önüne. Bir türlü iyileşmeyen, üzerine düştükçe daha da kötüleşen bir yara…
Geçtiğimiz günlerde, bir grupta aynı gece farklı mekanlarda parti düzenleyen iki arkadaş misali daha Adana Film Festivali kapanışını yapmadan başladı Antalya Film Festivali. Bu büyük organizasyonların yanında, “davetsiz misafir” gibi algılanan Ulusal Yarışma ise Beyoğlu Sinemasının kapısını çaldı aynı tarihlerde. Biz sinemaseverler ise arapsaçına dönmüş bir sektör ve sorunlarına ışık tutmakta büyük zorluk çektiğimiz çeşitli festivalcilik anlayışları arasında sıkışıp kalmış bir halde bulduk kendimizi. Haliyle yalnızca seyirci pratiklerini ve izlediğimiz filmleri değil, onları çevreleyen kültürel ve politik yapılara da kafa yormaya başladık yavaş yavaş.
Bu noktada karşımıza çıkan ve belki de kabul etmesi en zor gerçek “bağımsız sinema” olarak adlandırdığımız sinema türünün Türkiye’deki ikircikli konumu olsa gerek. Zira söz konusu film festivallerinin belediye başkanlarının kontrolünde kurulan yürütme kurulları tarafından idare edildiğini biliyoruz. Elbette deal bir konjonktürde kültür sanat profesyonellerinin bu projeler içinde aktif bir şekilde karar mekanizmalarında etkili olması beklenirken, ne yazık ki bugün, tıpkı Türkiye’deki her çeşit sosyal ya da kültürel girişim gibi film festivalleri de iktidarın filtresinden düzenlenemiyor. İktidar olarak adlandırdığımız bu soyut yapılanma, Türkiye gerçeğinde ise dönemin gerektirdiği ölçüde nabza göre şerbet veriyor; profesyonellikten oldukça uzak bir şekilde kurallar ve yönetmelikleri eğip büküyor. Sahip olduğumuz tek festival geleneği mat olmamızı geciktirecek basit hamleler yapmak sanki: Filmler sansüre uğruyor, yarışmalar kaldırılıyor ve biz nafile çabalarla “ne, nerede, neden, nasıl, ne zaman, kim” sorularını sormakla yetiniyoruz ve unutuyoruz.
İşte bu can sıkıcı tablonun karşısında sinema ve oyuncu derneklerinin, sendikaların ve profesyonellerin İstanbul’a taşıdığı “Ulusal Yarışma”, sinemamızın hapsolduğu satranç tahtasının dışına çıkmak, basit sorular sormakla yetinmek yerine, somut girişimlerle şeffaflık talep etmek amacıyla çıkmıştı yola. Antalya Film Festivali’ni protesto etmek için sergilenen bu karşı duruş, son dönemlerde gündelik söylemlerimizde sık sık kullandığımız “onlar” ve “biz” ayrımının bir başka yansımasıydı aslında. “Ulusal Yarışma”nın en büyük başarısı, sinema salonlarında edindiğimiz “seyirci kalmak” alışkanlığına karşı çıkıp, sinemacılara “ne yapmalı?” Sorusunu sormaya yöneltmesiydi. Çünkü bir film festivalini bünyesinde bir araya getirdiği filmler var eder, bu filmler ise belediyeye ya da vakıflara değil yalnızca sinemacılara aittir. Ancak bu noktada “sinemasever” ve “sinemacı” arasındaki ayrımı unutmamak gerekir. Çünkü ilk bakışta oldukça basit bir farka işaret ediyormuş gibi görünen bu ayrım, sinemayla kurulan ilişkinin ne oranda iktidar mekanizmaları karşısında yahut bizzat içinde olduğunu belirler. Dolayısıyla seyircinin rahatça ateş püskürebildiği iktidar; profesyoneller ya da sektöre yeni adım atmış bir genç sinemacı için bütçe, destek, ödül ve kendini geliştirebileceği imkanları temsil eder kimi zaman. Seyirci olarak düşünmek, yarayı görmezden gelmek kolaydır; bu sinemacı neden Ulusal Yarışma’ya katılmayıp Antalya’ya gidiyor diye sinirleniriz, protesto etmeyenleri yerden yere vururuz. Ama ne zamanki orayı kaşımaya başlarız, kültür endüstrileri ve iktidarın çıkmazına girmiş halde buluruz kendimizi. Karşı-duruş’un yalnızca iktidarın izin verdiği ölçüde mi olduğunu ya da sinema içinde başka bir iktidar yapılanmasına mı işaret ettiği soruları kafaları kurcalar. Çünkü yara kaşıdıkça iyileşmez; iyileşmedikçe de kaşınır…