Salih Bolat
Bazen düşünüyorum, yoksa onlar mı haklı ? Bu kadar zeki, yaratıcı, cesur, dünyayı karşısına alacak kadar güçlü insanlar bir karar almışlarsa, elbette bir bildikleri vardır. İşte o “bildikleri” şeyin karanlığı, bilinemezliği, anlaşılamazlığı karşısında saygıyla eğilmekten başka çare kalmıyor.
Bu dünyayla, verili hayatla uzlaşamayan, uzlaşmak istemeyen, her türlü umudu reddeden bir şair türü var. Bu şairler yaşamıyor olmayı yaşamaya tercih ediyorlar. Yaşamıyor oldukları zaman mı gerçekte yaşadıklarını düşünüyorlar acaba? Sanki biraz da öyle. Hani yaşıyor olsalar şu yazdıkları şiirlerle böylesine mitleşebilecekleri, bazı ardıllarının nezdinde idol olacakları, efsaneleşecekleri konusunda emin değilim. Ama yaşamaya karşı yaşamamayı tercih ettiklerinde, yazmış oldukları metinler ne olursa olsun, “korkunç bir hakikat” niteliği kazanıyor. Örneğin bu tür bir şair olan Nilgün Marmara’nın kendi istenciyle yaşamına son vermesinin ardından Cemal Süreya şunları yazacaktır 841 numaralı “Günler”inde: “Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. (F. Scott Fitzgerald’ın çılgın karısının adı, Zelda. Cemal Süreya Nilgün’e bu adla sesleniyordu –S.B.-) Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel; ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile Gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan şöyle söz ettim: Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim; bugün ortaya çıkıyor”. (841. Gün)
Oysa çok önce, 11 Şubat 1963’de, yine kendi istenciyle yaşamıyor olmayı tercih eden bir şair daha vardı. İlginç olan şu ki, bu şair, bu kadın, Nilgün Marmara’nın Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı tezin konusuydu: “Slyvia Plath’ın şairliğinin, intiharı bağlamında analizi”. Evet, Sylvia Plath… Ölümüyle insanı yaşama bağlayan şair. Denir ya, “İnsan kaç hayat yaşarsa, o kadar ölümle ölür”. Gidenin arkasından konuşmak kolay. Ama yine de hatırlayalım: Sylvia Plath, 1932 yılında ABD’nin Boston kentinde doğdu. Otuz bir yaşında, yani 1963 yılında, İngiltere’nin başkenti Londra’da öldü. Londra’ya, İngiliz şair Ted Hughes’un peşinden bir aşk getirdi onu. Birçok insan, Sylvia’nın ölümünden Ted’i sorumlu tutuyorsa bile, bence Sylvia daha doğarken kafasına koymuştu ölüm düşüncesini. Babasının ölümü, bu düşüncenin eyleme dönüşmesinin başlangıç zamanı oldu. Yaşamı boyunca, küçük yaşta kaybettiği otoriter babasından nefret eder ve ilk şiirini sekiz yaşında babasını kaybettiğinde yazar. Disiplinli, çalışkan bir öğrencidir. Çok genç yaşta yazılar ve şiirler yazar. Korkunç tutkuludur. Ama tutkusu bazı genç sanatçılarda olduğu gibi yeteneğinden fazla değildir ve en az yeteneği kadardır. Öğrencilik yıllarında bir yandan edebiyatla uğraşırken, bir yandan da garsonluk, muhabirlik gibi işler de yapar. Tutkusu, bir yazarlık kursuna kabul edilmemesiyle, ölümle ilk kez tanıştırır onu. Uyku hapları içerek, ilk intihar girişiminde bulunur. Kaynaklarda böyle geçse de, ben Sylvia’nın bir yazarlık kursuna kabul edilmediği için intihar girişiminde bulunacağına inanmıyorum. Sonra, bir bursla gittiği Cambridge Üniversitesi’nde genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanışır ve ona aşık olur. Evlenirler. Londra’ya taşınırlar. Yaşadıkları evde, bir zamanlar Yeats de yaşamıştır. Düşünün, tutkuyla şiirler yazan bir genç kız ve ünlü bir şair olan genç adam.. Yan yana iki barut fıçısı! Nihayet, infilak etmek için gereken şey olur: Ted, başka bir kadınla ilişki yaşamaktadır ve evi terk eder. Sylvia, dehşetli bir bunalıma girer. İki çocukları vardır. Sylvia bir gün (11 Şubat, 1963) çocuklarının odasının kapısını herhangi bir gaz sızıntısına karşı bantla kapatır. Başını gaz fırınının içine sokar. Gazı açar. Ve artık sonsuz bir uykuya dalar. Sylvia’yı o gece son canlı gören kişi evinin alt katındaki komşusudur. İntiharından birkaç saat önce Sylvia ondan havayolu postası için pul ister. Aslında her şey o kadar ters gider ki… Doktorunun önerdiği terapistin mektubu postada kaybolur ve geç gelir. Çocuklara bakması için tuttuğu Avustralyalı kız, ölüm günü saat tam dokuzda gelir. Kapı açılmayınca alt komşuyu uyandırmayı dener ama adam sağırdır ve işitme cihazı takmadan uyumuştur. Eve ancak on bir civarında girilebilir.
Yazının devamını okumak için tıklayın