Taa çocukluğumuzdan beri Toroslar’ı, Çukurova’yı dünyanın merkezi diye bilegeldik. O zamanlar kendimizi de Adonis sanıyorduk. Hakikatin “hakikat”, gerçeğin “gerçek”, görüngülerin “sahici”, insanın insan olduğu o yitik dünyada biz çocuklar birer Adonis’tik.
O sıra, “Roma” damgasının vurulduğu “Mitraizm kültü” gibi “Grek” damgasının vurulduğu “Adonis söylencesi”nin de öz kültür varlığımız olduğundan haberimiz yoktu. Roma’yla Grek’in istilacı emperyalist güç olmaktan öte bir işlevi olduğunu da bilmiyorduk.
Biz, doğal olarak bu gerçeklikleri bilmesek de, bastığımız her noktanın inanılmaz yaşanmışlıklar sunduğu, merkez simgeciliği yaklaşımıyla dünyanın merkezi diye tanımlamaktan çekinmeyeceğimiz, kozmik pırıltılar saçan dağlar arasında açtık gözlerimizi dünyaya… Çocukluğumuz, ilk gençlik yıllarımız böyle bir dünyada geçti…
O yıllarda hepimiz birer Adonis’tik ama küresel firavunları henüz tanımadığımız için soluk alıp verdiğimiz çiçeksi dünyanın bir parçası olduğumuzdan da haberimiz yoktu…
(Adonis / Gelincik veya bazı yerlerde Manisa Lalesi şeklinde bilinen çiçek ve mitolojik öykülerde Afrodit’in bile aşık olduğu yakışıklı delikanlı))
İnsanoğlu var oldu olalı bolluğun simgesi olagelen bu bereketli toprakların gümrah yeşilini Toroslar’ın doruklarındaki karın akına öykünerek ak beneklerle bezeyen pamuğun akı, Akdeniz’in, akçadenizin mavi köpüğünde çağıldarken çizdiği tılsımlı tabloyu belleğimize kazımıştık farkında olmadan. Birçok şeyi bilmesek de yaşamı Adonis ruhuyla algılıyorduk.
Sık sık dalıp gittiğimiz çiçeklerin renk senfonisinde kendimizi birer Adonis sanıyorduk…
Bir İskender, bir Sezar, bir Pompeius oluyorduk kırbacımızı altımızdaki tahta atların sağrısında şaklatırken.
Yazının devamını okumak için tıklayın