Ne ‘80´lerin ne getireceğini bilecek ne de ‘60´larda ne olduğuna aklımız erecek yaşlardaydık.
‘70´lerde çocuk olanlar, en masum yıllarımızı böyle yaşadık.
Kızların, mini eteklerinin üzerine giydiği uzun tunikleri, incecik bellerine taktıkları kalın kemerleri, mantar topuklu ayakkabıları, erkeklerinse, uzun favorileri, İspanyol paça pantolonları vardı.
Ölümlerin, yalnızca, Emr-i Hak tecelli etti, ifadesiyle duyurulduğu mahallelerde büyüdük.
Bir odasının duvarında Charles Bronson´un, Robert Redford´un, Alain Delon´un, Belmondo´nun, diğerinde Beatles´ın, Pink Floyd´un, Queen´in afişlerinin asılı olduğu evlerde yetiştik.
Aynı evlerde, bizden bildiğimiz birileri daha vardı, ki biz onlara hep çocukluğumuz, deyip, sahip çıktık.
Cevat Kurtuluş, sanki az sonra çalacak kapıyı açan sevimli uşak, boynuna taktığı fularıyla, ropdöşambırıyla Hulusi Kentmen, istediğimiz oyuncakları alan, hepimizin dedesi, Adile Naşit, akşama ne yemek pişireceğini düşünen, evin temel direği, arabulucusu, şefkatli annesi, Nubar Terziyan, iyi haberler veren doktoru, Erol Taş, Behçet Nacar kötü amcalar gibiydi.
Babalarımız, gözlerimizin içine Münir Özkul gibi baksın isterdik. Bizim Aile´ydi adeta ailelerimiz, Feride rolüyle Ayşen Gruda ise evin büyük kızıydı. Dört Yapraklı Yonca güzelliğindeydi ablalarımız.
Evdeki tek kavganın, turşu suyunun, limonla mı yoksa sirkeyle mi daha iyi yapılacağını tartışmaktan çıkacağını zannederdik. Mavi Boncuk´taki Şeker Kamil´le Süleyman´dı yan komşularımız, Canım Kardeşim´deki kardeşimizdi Kahraman Kıral, Halit Akçetepe´yle birlikte ağladığımız. Ama yine de Neşeli Günler yaşayan ailelerdik.
Yazının devamını okumak için tıklayın