YOL 856 ECO – Saniye Akay Demirel

Uzun bayram tatilinde Cunda’ya gidelim dedik, Hasan ve ben. Dokuz on yıldır yazlıklarında bizi kucaklayan abla ve eniştemizin evinde şöyle güzel bir dinleneceğiz. Hasan feribottan bileti aldı, önceden. Bu çok önemli, giden bilir, yer bulmak zor. Saat 14:00’e almış, hem sabahı rahat, hem YOLculuğu keyifli bir zaman. Bize göre vakitlice çıktık evden. YOL rahat. Kadir Has Üniversitesi’ne varınca birden YOL kilitlendi. Çok da az bir mesafe kalmış ama, saat 13:35, bir eyvah başladı bizde. Hasan çok ani bir kararla bir sağ YOLa saptı. Paralel sokaklardan çıkma umudunda ama girdiğimiz sokakları hiç tanımıyoruz. Biz onlardan habersiz yaşarken, onlar da bizden habersiz yaşamış, bir mekanı ilk gördüğünüzde hissedilen o duygu içindeyiz. Ordan girdi, burdan çıktı hop diye vardık feribota. Vallahi bravo Hasan dedim, kocam gülümsedi, ara sıra böyle bravolar atma zamanımız çoktan geldi bizim, otuzuncu yıla girdik.


Arabayı yerleştirdi, elimizde biletimiz yerimizi arıyoruz, 856- 853 ECO. Üst salondan insan başı (hayır adam başı değil) 25’er lira daha ucuzdur bu biletler, emekliyiz, bunları gözetiyoruz. İşte bura dedi Hasan. Bir masa, karşılıklı iki sıra, çok genç görünüşlü ama orta yaşlı bir adam oturuyor, elindeki kalın kitabı okuyor. Ben merhaba dedim, o da sıcak bir gülümsemeyle merhaba dedi. Hasan kahve almaya gitti, geldiğinde ben kitabı merak ederek başlattığım sohbetimizi YOL arkadaşımızın da cömert yaklaşımıyla ısınmış kıvama getirmiştim. Havadan sudan, düşünsem hatırlayamam, o da. Az sonra genç bir kadın da katıldı aramıza, sonradan hayat arkadaşı olduğunu öğreneceğiz.

Son yıllarda ideal bir ailenin tanımı şöyle yapılıyor. Yetişkin oluncaya kadar anne babalar çocuğa, yetişkinlik sonrası çocuklar anne ve babaya kendi düşüncelerini aktarabiliyorsa, anne ve baba o düşüncelere pencere açabiliyorsa ve kabul ediş yürütülebiliyorsa ideal aile kavramına girebiliyorsunuz. (Geç bunları, bu ülkede mi diyenleriniz olacaktır ama demeyenler de vardır.) Bir tutam örnek serpiştirirsem, bir yerde oğullarım genç bir kadınla tanıştırdılar beni. Soyadını bildiğim için kimin kızı olduğunu da biliyorum. Sonra ben de o genç kadını başka biri ile tanıştırdım. Ve tanıştırırken kimin kızı olduğunu söyledim. Oğullarım, dönüşte (allahtan yanında değil, oysa ben kim bilir kaç kere başkalarının yanında onları eğitmeye çalıştım, ahh!) anne bu nasıl bir tavırdır, nasıl olup da o insanın kendi yaptıklarını, varlığını yok sayarak babasından referansla tanıştırma cüretini gösterdin diyerek bana bir güzel ayar çektiler, doğruya doğru. O günden sonra bende müthiş bir değişim oldu. Artık tanışma anlarında çok dikkatliyim, değil tanıdıktan referans vermek, kişisel başarılardan, pek çoğumuzun kendimizi kaybederek çocuklarımızı övmelerden, her tanıştığıma daha ilk anda Adanalı olduğumu söylemekten hatta, hiç bahsetmiyorum. Sohbeti akışına bırakıyorum, varlık nedenimi dar sokaklarda paslaşmaya teslim etmiyorum.

Dört kişilik sohbetimizde bitkiler, şifa otları derken hastalıklardan konuştuk bir süre. Dolayısıyla genç kadının doktor olduğunu öğrendik. Pırıl pırıl ışıyan bir insan. Bize deneyimlerini anlattı. Öyle olunca, ben de, henüz adını bilmediğim kitap kurdu adama siz ne işle uğraşıyorsunuz dedim. Tiyatrocuyum dedi. Ben dersimi iyi öğrenmişim ki benim oğullarım da bu işle haşır neşir demedim de bizimkiler de lise yıllarından beri oyunlarda oynuyorlar demeyi başardım. TV izlemediğim için dizilerde oynuyorsanız tanımam mümkün değil pardondan girerek, bu işe nerden başladığını sordum, konservatuardan mısınız, alaylı mı? Bu tuhaf görünen soru, konservatuar bitirenlere hayranlıktan değil, Erdem Şenocak gibi endüstri mühendisliği diploması alıp sesini ve bedeninin ayak parmaklarını bile müthiş bir enstrüman olarak kullanabilen oyunculara duyulan hayranlıktan.

– Alaylıyım, dedi.
– Peki kimin tezgahından yetiştiniz?
– Ben Diyarbakırlıyım.
Birden, karşımda oturan Hasan’a dönüp baktım. Göz gözeyiz. Tekrar oyuncuya dönerek,
-Ziya Demirel?
– Hocam, dedi.
Sol elimle Hasan’ı göstererek,
– İşte bu da Ziya Demirel’in oğlu, dedim.

Çocuk- o anda çocuk- gözlerinde yaşlarla ayağa kalktı, zaten hocam dediği andan itibaren gözleri yaşlarla dolu diğer çocuğa sarıldı. İki koskoca adam, bilmem kaç seferli koskoca bir feribotun, yan YOLa sapılmazsa kaçırılabilecek binlerce koltuklu koskoca feribotun 856 ECO nolu koltuğunda denk gelip, yüreklerinde sevgili bir babanın, sevgili bir hocanın aziz hatırasıyla sımsıkı kucaklaştılar,

Hepimiz ağladık. Telefonlar ve evde bir akşam yemeği sözü alındı.

Rahmetli kayınpederim Ziya Demirel Ankara Devlet Konservatuarının üçüncü yıl mezunuydu, yıllarca aktörlük ve yönetmenlik yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Yazdığı tiyatro eserleri yüzleri bulan doktor Orhan Asena’nın ve dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Turgut Atalay’ın ricasıyla 1990 yılında Diyarbakır’a gitmişti. Bu iki genç ruhlu sanat adamı Ziya Demirel’in genel sanat yönetmenliğinde Diyarbakır Belediyesi Orhan Asena Şehir Tiyatrosu’nu kurdular. İlk oyun 12 Ocak 1990 gecesi seyirciyle kucaklaştı (sarmaş dolaş), Atçalı Kel Mehmet. Işıkta Nuri Özakyol, dekorda Hüseyin Mumcu vardı. Gaipten sesler mi duyuyorum, bilemiyorum, ben alkış seslerini duyuyorum, tüylerim diken diken olmuş. Peş peşe oyunlar sahneledi, Gönül Avcısı, Cinler Değirmeni, Çıkmaz Sokak, Midasın Kulakları, Ölümü Yaşamak. 2007’de ölüm yaşandı, babamızı kaybettik ama ‘derken karanfil elden ele’, başka güzel insanlar başka yeni oyunlar sergilediler. Bu yıla kadar.
Babamız dört yıl kadar orada çalışıp, ‘müthiş bir iş başarmış, koca bir tiyatro, bir ekip’ (Işıl Kasapoğlu yazısından) kurup, ona Ziya Ağabey diyen gençleri yetiştirmiş sonra da hayatın içine bırakmıştı. O tutkulu gençlerden biri, Hopa’daki bir dizi çekiminde doktora gidince, (bu konuyu akşam yemeğinde soracağım) feribotta her fırsatta sevgiyle sarıldığı kadınla tanışacaktı. Bu sevgili insanlara hocanın iki torununun da dedenin YOLunda gittiğini söyledik.. Kucaklaşarak ayrıldık.

YOL açılmasaydı, bilet iki sayı farklı olsaydı, ben hep konuşurum da karşımdaki YOLcu başını kitabından kaldırmasaydı, hepsi boş, aslında 856 ECO da boş, yıkanın değil kuranın anılacağı an sabırla bekler, hayat bize unutulmaz bir armağanı versin diye bekler. Şimdi adı kağıt üstünde kalan bir tiyatro olsa da, kuran, oluşturan, eken, bir fidanı diken, Shakespeare’in sonelerini tutkuyla seslendiren unutulmaz.

Kalan YOL boyunca onları konuştuk. Karşılaştığımız herkese bu inanılmaz güzellikteki olayı anlattık. Ve geçmişi, şimdiyi, geleceği. Bizi dinlerken her birinin yüzünde bir an pırıldayan bir umut ışığı belirdi.

Biz o umuttan tarafız.

Saniye Akay Demirel
[email protected]