Bildiğimiz Dünyaya Cevapsız Bir Soru: “Ben Kimim?”

Günümüz Norveç edebiyatının parlak yazarlarından Erland Loe’nun modern zaman kahramanı Andreas Doppler’in macerasını sürdürdüğü kitabı Bildiğimiz Dünyanın Sonu üzerine bir inceleme.

Doppler (YKY, 2016) ve Naif. Süper (Siren Yayınları, 2018) romanlarıyla tanıdığımız Norveçli yazar Erlend Loe’nun yeni kitabı Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Dilek Başak çevirisiyle YKY tarafından yayımlandı.

​İlk kitapta (Doppler) Andreas Doppler’in çıktığı kurtuluş yolculuğu üzerinden geliştirilen hikâye, bu sefer eve dönüş ve yüzleşme meselesinden hareketle Doppler’in devam kitabı olarak karşımıza çıkıyor. Erlend Loe’nun sürekli olarak radikal kararlar alan ve uygulayan şahsına münhasır kahramanı Doppler, bir sabah yıllar önce yerleştiği ormandan çıkıp eski evine geri dönüyor. Tıpkı gezinti yaparken bisikletten düşüp tarifsiz bir huzurla dolduğu ve her şeyi geride bırakıp ormana yerleşmeye karar verdiği günde olduğu gibi. Gidiş ve dönüş kararlarının birbirine olan benzerliği elbette anlık olmalarıyla ilgili değil. Arka planda işlenen pek çok mesele, kopuşların anlık olmasına yol açan önemli bir etken. Doppler, aslında bir türlü ait olamadığı toplumun görmek istemediği kişiye dönüştüğünü gayet iyi biliyor. Tıpkı para kazandığı ve ailesiyle yaşadığı dönemlerdeki itibarının ona hiçbir şey katmadığını bildiği gibi. Doppler, her şeyin ötesinde ve öncelikle bundan emin. Söz konusu radikal kararlar almasındaki gerekçeler de aynı inanca dayanıyor çünkü. Sorumluluğun merkezinde olmasından dolayı oluşan baskı, ailenin ve toplumun kaçmak olarak tanımladığı, ancak Doppler için bir kurtuluş yolu olarak içselleştirilen ilkel yaşama dönüş kararı, zaman zaman okuru taraf olmaya itiyor. Yazarın buradaki tavrı, ihtimaller üzerinden mutlak olana inancın sorgulanmasını sağlıyor. Doppler haklı olduğu kadar ailesi de haklı. Doppler haksız olduğu kadar ailesi de haksız. Erlend Loe, kurduğu bu çıkmazın gerçek hayattaki karşılığını ararken okuru da aynı arayışın merkezine yerleştiriyor. Yani Doppler’in karşısında durduğu ve reddettiği ideal düzenin sağlaması, bir başka toplumsal yapının (üstelik gerçek bir yapının) görüşlerine sunuluyor. Sonucun ne olduğunu kestirmek pek kolay olmasa da, ilk kitapta kendi adıma Andreas Doppler’in sesinin yeterince duyulmadığını düşünmüştüm. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda ise bu düşüncemi destekleyen birkaç paragrafla karşılaştım.   Doppler’in eşi Solveig’in araladığı kapı da bunlardan biri oldu. “Solveig, Doppler’in neler hissettiğini anlamaya çalıştı gerçekten. Kocalar hakkında gazete yazıları okudu; durumun her zaman kolay olmadığını anladı. İş arkadaşlarıyla konuştu, erkekler üzerine yapılmış araştırmaları inceledi, ona yardım etmeye çalıştı…”[1] Solveig, birden bire evi terk eden Doppler’in  hiçbir şey olmamış gibi geri dönüşünü başka türlü karşılayamazdı herhalde. Bu açıdan bakıldığı zaman her iki karakterin de karşılıklı olarak anlaşılması ve ayrı ayrı tahlil edilmesi gerekiyor. Çünkü nereden bakılırsa bakılsın ikisi de haklı.

 

Yazının devamını okumak için tıklayın