adaş trene bindik. Daha doğrusu, benim ay nasıl yapacağız paniğime aldırmayan arkadaşım sayesinde trene binebildik.
Yolculuk fikri benden patladı, meydanda, buz gibi havada, içimizi ısıtmak için Irish coffee içerken. Zevkine, dünyayı yorumlayışına çok güvendiğim, çok hayran olduğum Ayşen Teyzem, aman Nanişcim, Prag’a gidiyorsun madem, atla bir trene, bir buçuk saat sonra Dresden’desin, Adana Mersin gibi bir şey, kaçırma bu fırsatı demişti, o önerinin peşine düşmek istedim. Bazen çok cesur bazen çok korkağımdır, istasyonda korkak yanım tuttu. Sonra o iki genç kadını gördük, taaaa Kanada’dan düşüp yollara oralara gelmişler, nasıl rahatlar, iki çift lafla bir de on yedi yaşında olduklarını öğrenince koca kadın, kendimden utandım, zaten yoldaşım Sevgin’in onlardan geri kalır yanı yok, cesur kadındır.
İstasyona vardık, trene bindik. Yol boyunca gördüğümüz manzara eşsizmiş gibi geldi bana ama esasında insanın ara sıra hissettiği bir özgürlük duygusu bu, bir parça da bir hayali gerçekleştirme duygusu, o kırlar, o ağaçlar, o kuşlar, baktığım ve gördüğüm her şeye son kez bakma duygusu veren her şey, hoşça kal tatlı ağaç, bu seni son görüşüm.
Dresden istasyonunda indik. İndik ve çıkışa doğru yürüdük. Hiç bilmediğiniz bir yere varmak insana ne hissettirirse o haldeyiz, nereye doğru yürüyeceğiz, bu yer kaç metrekaredir, neyle gezilir, metro mu, otobüs mü, ne, hiç bilmiyoruz.
Sonra o sesi duydum. Bir kadın sesi. Her hangi bir kadın sesi değil, Türkçe konuşan bir kadın sesi, cepten biriyle konuşuyor. Ben de hâlâ korkuyorum demek ki.
Duralım biraz dedim arkadaşıma. Konuşmanın bitmesini bekledik.
Merhabalar kardeşim dedim. Biz buraya bir gün için geldik, ama tanımadığımız bir yer, acaba rica etsem, nedir, nereyi nasıl gezeriz, bizi bilgilendirir misiniz? Sizin Türkçe konuştuğunuzu duyunca birden arkalandım.
Adı Döne’ymiş. Bunu gelişen sohbetle öğrendik, daha adını öğrenmeden bize ilk kucağı açtı. Önce harita tarif etti, burası küçücük bir yer, şöyle bakın karşınıza, işte bu kadar, istasyondan çık, doğru yürü, git gidebildiğin kadar, işte bu kadar, yürüyün, taşıta gerek yok. Her yer müze ve galeri.
Tam teşekkür edip ayrılacağız, tam arkasını dönmüş gidecek, iki adım atmış, hopppp döndü, ya ben size bir şey deyim mi, şurada arabam var, atlayın, ben sizi galerilerin önünde bırakırım dedi.
Neden olmasın, birden korkmayan yanım öne çıktı, atladık.
Karnınız aç mı dedi, yok dedik, olmaz dedi. Benim burada döner dükkanım var, ona gidelim, önce bir dönerimizi tadın, gittik, ama sahiden tokuz, teşekkür edip keşfe başlayacağız.
Telefonunu verdi, olur a bana ihtiyacınız olursa diye numarasını verdi, kaydettim.
Çıkıp gezmeye, keşiflere başladık. En az iki kez aradı, ne haber kızlar?
Akşam 20:30 dönüş var, yine trenle, saat 18:00 gibi buluşalım dedi, bir Cafe tarif etti, gidip oturduk Sevgin’le. Biz yemek ve şarap istedik, bir süre sonra Döne Hanım geldi. Yemek ikram etmek istedik, tokmuş, geçmiş gün hatırlamıyorum, ama şarap ya da kahve içti.
Hesabı istedik, ödendi dedi garson. Aaa nası yani? Döne Hanım gülümsüyor.
Durup dururken aklıma düşer Döne Hanım, tombul, güler yüzlü Döne Hanım, yanağında gamzeler olan Döne Hanım. Dresden nere, Türkiye nere ama her şey bir yana, hayat bazen ne kadar güzel.
Tam arkasını dönmüş gidecek, iki adım atmış, hoppppp…