Bu belgesel lüferin soyunu kurtarır mı?

‘Lüfer Belgeseli’yle izleyiciyi duvara çaptıran Mert Gökalp, ilk gösterimi !f İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde yapan film, Türkiye’de bir balığa adanmış ilk belgesel olarak öne çıkıyor.

Oltacılar açısından avlamanın zorluğu, sandalcılar için ekmek kapısı, rakıcılar için lezzeti ve sualtı fotoğrafçıları açısından benzersiz güzelliğiyle lüfer, tarih boyunca İstanbul’un gözbebeği olmuş balıkların başında geliyor.

Festivali bile var. Edebiyatçılara, şairlere ilham veren lüfer, şimdi de bir belgesele konu oluyor. Mert Gökalp’in ekibiyle birlikte uzun süreli araştırmalarla ortaya çıkan görüntüleri derlediği Lüfer Belgeseli, ilk gösterimini !f İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde yaptı ve Ankara Uluslararası Film Festivali’nde ‘En İyi Belgesel’ dalında ikincilik aldı. Lüfer Belgeseli, bir balığa adanmış ilk belgesel olması bakımından da önemli. “Bir belgesel bir balığın soyunu kurtarabilir mi?” mottosuyla yola çıkan Mert Gökalp, yönetmenliğini de yaptığı film için ortalama 300 dalış yapmış. 600 saati aşan görüntüleri derlemiş, 40 kişilik ekiple birlikte röportajlar yapmış ve belgeseli ortaya çıkartmışlar. Hüzünlü, düşündürücü ve insanları duvara çarptıracak bir film ortaya çıksa da, o bu durumdan memnun. Çünkü ancak bu şekilde bir farkındalık yaratacağını düşünüyor. Ve bu belgeseli 1 milyon kişinin izlemesini istiyor. İstanbul’un sembolü olan lüfere yakından bakarken deniz kirliliğini, bilinçsiz avlanmanın sonuçlarını, bir canlının hayatının kısa bir bölümünü görüyoruz. Ve nesli tükenme tehdidiyle karşı karşıya olan Lüfer’in hikâyesini Mert Gökalp’ten dinliyoruz…
Deniz tutkun nasıl başladı?
ODTÜ Petrol ve Doğalgaz Mühendisliği’nden mezunum. Üniversitenin Sualtı Araştırmaları Grubu’ndayken okyanus bilimine merak sardım. Miami Üniversitesi’nden burs aldım. Daha sonra Ankara Üniversitesi’nde Deniz Biyoteknolojisi okudum. Sualtı Fotoğrafçılığı yaptım, buna sualtı videoları da eklendi. Bir çok belgesel, kısa film ve prodüksiyon işlerinde yer aldım, festivallere katıldım. ‘Türkiye Deniz Canlıları Rehberi’ kitabını hazırladım.
Lüfer Belgeseli yapmaya nasıl karar verdin?
Beni uyandıran dayım oldu, “Belgeselcilik yapıyorsun niye lüferle alakalı bir şey yapmıyorsun?” dedi. 2014’te Beykoz’da dayımın teknesinin bulunduğu Göksu ırmağının yanında enteresan bir balıkçıyla tanıştım ve sürekli hikâye kovaladım. İstanbul’un oltacıları, aktivistler, bilimadamları… Bu konuda araştırmaya başladığımda Lüfer’in inanılmaz yolculuğu beni etkiledi. Edebiyat, tarih ve şiirlerde rastlayabileceğimiz lüferin bir o kadar da çok balıkçı öyküsü var. Kültürümüzde yer etmiş ama hakkında fazla şey bilmiyoruz. Zaten bugüne kadar lüferle ilgili sadece 3 bilimsel çalışma yapılmış.
Bayramı olan tek balık mı lüfer?
Aslında dünyada örnekleri çok. Mesela Lizbon’da sardalyanın, Karadeniz’de hamsinin, Karasu’da Mersin balığının bayramı var.

‘LÜFERİN CAZİBESİ AVLAMANIN ZORLUĞUNDAN’
Lüfer neden bu kadar önemli oldu?
Herkes kendi açısından konuşabilir, sıkıntı da burada zaten. Biz balığı balık olarak değil yiyecek olarak, süpermarket ya da hal ürünü olarak görüyoruz. Lüfer’in cazibesi oltacılar açısından avlamanın zorluğu… Sandalcılar için lüfer, kadim ve ticari bir yöntem, bu sayede çocuklarını okutuyorlar. Rakıcılar için en başta tadı geliyor. İstanbul Boğazı’ndaki lüferin tadıyla göç yolundaki yağlanmış balığın tadı bir olmuyor. Denizi bilen İstanbullular, iyi sofracılar, adabı bilenler İstanbul balığını nereden seçip alacağını bilir, tadını da hemen alırlar. Lüfer, endüstriyel balıkçılar için büyük rant. Adam bir anda 100 ton balık avlıyor ve bir anda teknenin tüm kışlık masrafını karşılıyor. 25 kişilik bir tekne demek, 150 kişinin karnının doyması demek. Sualtı fotoğrafçılığı yapan biri şunu söyleyebilirim ki suyun altında bu kadar güzel bir balık nadir görülür. Panik halinde ağlarda sıkışmış hallerini de gördüm, serbest lüfer sürüsünün hareketlerini de. Yüzleri sert, bir anda hareket ediyorlar, vurdumduymazlığı, avcılığı çok güzel. Balıklar korkar genelde ama çok az balık çekinmez. Sanki siz yokmuşsunuz gibi davranıyor. Benim açımdan özgür güzelliği etkileyiciydi. İstanbul’u karasıyla, deniziyle, ormanıyla korumak isteyenler içinse bir sembol. Dert lüfer değil aslında, dert göç balıkları. Sezonunda lüfer ve palamut avlamak için iki hafta işlerinden izin alıp Saroz’da ya da Boğaz’da takılan oltacılar biliyorum, balığa bağlılıkları var.
Lüfer hangi aşamalardan geçip büyüyor ve en çok nerede görülüyor?
Önce defne yaprağı sonra sırasıyla çinekop, sarıkanat, lüfer, kofana ve sırtıkara. Ağustos sonu yumurtalardan çıkıyor. Yavaş yavaş beslenip yol alıyor. Aşağı doğru göç var. Boğaz’dan Karadeniz’e ve Bulgaristan’a kadar ilerliyor. Farklı dönemlerde doğmuş yavrular arasında göçe katılmayanlar da var. Onlar daha çok Gökova ve İskenderun’da görülüyor. Büyük boy kofanalar o bölgede var.
Belgesel sürecinde lüfere dair en şaşırdığınız şey ne oldu?
Balıkçılar, lüferlerin yalnız ve saldırgan yunusları ısırıp kaçırdıklarını söylüyor. Bu enteresan bir detaydı.
Bu belgesel nereye gitsin istiyorsun?
Bir milyon kişi izlesin mesela. İzleyenler duvara çarpıyor, ağlayanlar, “Ben balık yemeyeceğim” diyenler oluyor. Amaç da bu, duvara çarptırmak. Bilinçsiz, düşüncesiz şekilde çevreye bakıyoruz. Tan Morgül’ün de belgeselde söylediği bu, “Süpermarket gibi bakıyoruz ekosisteme” diyor. Sanki her şey bizim yememiz üzerine kurulu. Bu belgeseli birileri üstlensin istiyorum. Eğer olabilirse bir belgesel bir balığın soyunu kurtarabilir mi, göreceğiz. Çünkü olabilir, dünyada oluyor.
Nasıl yani?
Gelişmiş toplumlarda öyle belgeseller yapılıyor ki insanlar farkına varıyor. 2007’de bir serbest dalış hocası ‘Shark Water’ diye bir belgesel yaptı ve dünyanın köpek balıklarına bakış açısı bir anda değişmeye başladı. STK’lar kampanyalar yaptı, koruma alanları yapıldı, Çin ve Japonya’nın üzerine gidildi. Oscar’a aday oldu belgesel alanında. Ve dünyada köpekbalıkları artmaya başladı. Benim nedenim de bu; aksiyon için film yapmak, insanların görüşünü değiştirmek.

‘ESKİDEN ZIPKINCIYDIM, SAKLAMIYORUM’
Vejeteryan misin?
Hayır, bayıla bayıla balık yiyorum. Ben zıpkıncıydım eskiden, bunu saklamıyorum. Biz hiç balıkçıya gidip balık almayı bilmezdik çünkü ailemin ihtiyacı olacak kadar balık avlardım. Ama 25 yaşında zıpkını bıraktım. Bodrum Akyarlar’da balıkların ne kadar azaldığını görünce “Bu işte bir sıkıntı var” dedim. Belki bu işleri yapmamın nedeni de bu. O dramatik azalmayı gördüm.

‘Bu bir üçleme olacak’
Bu belgeselin devamı da gelecek sanıyorum…
6 yıldır Kaş, Kekova ve Gökova’da koruma alanlarındaki Akdeniz’in sembolü olan orfoz balığı üzerine çalışıyorum. Bir de geleneksel balıkçılıkla ilgili bir belgesel projesi var. Bunlar bir üçleme olacak. Lüfer, Orfoz ve Geleneksel balıkçılar… O daha sinemaya dönük bir belgesel.

Belgeselden
“Marmara ve Karadeniz bundan 12 bin sene önce birer göldü. Buzul devrinin ardından yükselen Karadeniz suları boğazlar aracılığıyla Akdeniz’e ulaştı. Üçüncü yüzyılda yaşamış Klikyalı Opyan’a göre Akdeniz tuz oranı aşırı derece yüksek bir denizdir ve biyolojik açıdan bir çöldür. Karadeniz ise tüm denizlerin en tatlısıdır. Sonu olmayan nehirlerin beslediği yumuşak kumlu koylarla kaplı balıkların beslenmesi için ideal kumlardır. Her sene bahar aylarında yumurtalı balıklar nesillerini devam ettirmek için Karadeniz’e göç ederler. Köpekbalığı ve kılıçbalığı gibi iri yırtıcıların bulunmaması rahatlığıyla da huzurla ürerler. Aristo ‘Hayvanların Tarihi’ adlı çalışmasında Karadeniz sularının yumurtadan yeni çıkmış nesiller üzerinde canlandırıcı bir etkisi olduğunu vurgular. Üremenin ardından balıklar Karadeniz’i terk etmeye başlar. Kış, lodosla geldiyse temkinli bir şekilde, kış poyrazla geldiyse akıntıyla beraber büyük bir süratle göç ederler. Aristo’nun bahsettiği üzere Karadeniz’den çıkış yapan hamsi, lüfer, palamut gibi balık sürülerinin Bizantium çevresinde sonbaharda avlandıkları görülür. Boğaz’daki balık bolluğundan ilk bahseden yazar Homeros’tur. O dönemlerde balıkçılık Konstantinopol’ün önemli doğal zenginliği ve gelir kaynağıydı. Palamut ve orkinos öyle önemliydi ki, bu iki balık kentin simgesi haline gelmişti…
Kadıköy yakınlarında dipten yüzeye doğru suyun arasından parıldayan şahane beyazlıkta bir kaya vardır. Palamutlar bu kayayı birdenbire karşılarında görünce her zaman ürkerler ve sürüler halinde dosdoğru karşı tarafa, Haliç’e doğru yönelirler. Bahsi geçen bu şahane beyaz kaya Kız Kulesi’nin ta kendisidir. Bu dönemde balık o kadar boldur ki, kıyıdan elle yakalanabilir ve hatta Bizanslılar bastıkları paranın üzerine palamut ve orkinosların betimlemelerini koymuşlardır…”

Lüfer Belgeseli, 28 Ağustos’ta Yunanistan’daki Castellerizo Belgesel Film Festivali’nde, Kasım ayında İstanbul Salt Galata Belgesel Günleri’nde ve 18 Ekim’de Hindistan’daki Voices from the Waters Uluslararası Gezici Film Festivali’nde gösterilecek.

Kaynak: htdokun.haberturk.com