Çukurova’yı tuvallerine taşıyan bir ressam Ekrem Kahraman

Kaygısı, sancısı, sorusu olan özgün sanatçılar kültürel yaşamımızda hak etmiş oldukları yeri korumuş, koruyacaklardır. Onlar sayesinde sahip olduğumuz kültürel değerlerin ne kadar büyük bir zenginlik olduğunu fark eder, özgün bir hayatın temelinin sanattan geçtiğini öğreniriz.

Türkiye’de kuşkusuz insanlar üzerinde güçlü bir heyecan uyandıran, şaşkınlık yaratan ve hayranlıkla karışık bir saygı uyandıran yüce sanatçılar var. Ekrem Kahraman eserleriyle kendinden söz ettiren bir sanatçı. Eserleri titiz ve disiplinli bir çalışmanın ürünleri. Sanat dilini çeşitli simgelerle, doğanın devingenliği ve değişimi üzerinden oluşturmuş bir sanatçı.

“Hayalperest bir çiftçiyim ben ve resimlerim topraklarımdır” sözleriyle kendini tanıtan Ekrem Kahraman 1948 Tarsus doğumlu. Her insan gibi doğduğu yeri seçmeden doğmuş. Ancak çocukluk ve gençlik yıllarını orada geçirdiği için sanatında Çukurova’nın önemli bir yeri var. Resimlerinde, özellikle ilk dönem resimlerinde, orada yaşadığı yılların peşine düşüyor. Geçmişinin görüntülerini bugünün dinamizmi içinde plastik sanatın diliyle tuvaline aktarıyor. Onu Çukurova ile ilişkiye sokan tutku dolu bir yol izliyor. Daha sonraki yıllar Çukurova’dan ayrılsa da Çukurova onun hep gönlünde kalan, silinmeyen bir anı olarak önemini koruyor.

Türkiye’nin güneyinde bulunan bu bölge ülkenin en verimli tarım alanlarına sahip. Bu anlamda Türk edebiyatında da özel bir yere sahip. Binlerce tarım işçisine iş imkânı sağlayan, tarım sayesinde zenginleşen insanlara ev sahipliği yapıyor. Türk Edebiyatı’nın en büyük romancılarından Yaşar Kemal ile Orhan Kemal, bu bölgede yaşamış ve eserlerinde bu bölgeyi tanıtmış yazarlar. Özellikle Yaşar Kemal Çukurova ile özdeşleşmiş. Yaşar Kemal Çukurova’dan İnce Memed adlı eserinde şu sözlerle bahseder: Baharda zayıf, açık yeşildir. Hafif bir yel esse, toprağa değecekmiş gibi yatar. Yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peyda olur. Sonra yavaş yavaş dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu… Sonra mavi gittikçe koyulaşır. Bu en güzel bir mavidir. Bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. Gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. Gün batarken sular nasıl kızarır, çakırdikeni tarlası da öyle kızarır. Güze doğru dikenler kurur. Mavilik beyaza döner. Çatırtılar gelir çakırdikeninden. Düğme büyüklüğünde sütbeyaz sümüklü böcekler vardır hani. Bunlardan yüzlercesi, binlercesi dikenlerin gövdelerine sıvanır. Diken gövdeleri boncuk boncuk sütbeyaz olur. Değirmenoluk köyü çakırdikenlik… Tarla yok, bağ, bahçe yok. Safi çakırdikenlik..

Sanat alanına Çukurova’yı kendi kişiliğinin bir ifadesi olarak tuvallerine taşıyan bir başka isim de Ekrem Kahraman’ın olması şaşırtıcı değil. Çukurova’dan ayrıldıktan sonra özlemle karışık başlamış o yörenin resimlerini yapmaya. Kuşkusuz bir sanatçının içsel dünyasından, bilinç dışının derinliklerinden gelen yankılanışlarla sanat yapıtları arasındaki ilişkinin rastlantısal olduğu söylenemez. Dolayısıyla Ekrem Kahraman’ın çocuk yaşlarından bu yöre ile kurduğu ilişkide onun kişiliğinin izini görmek mümkün.

Çocukluk gibi engin ve sınırsız bir deneyimi bu yörede yaşamış olması sanatının başlangıç noktası oldu. 17. DYO yarışmasında ödül kazanan “Çocukluğum: O En Büyük Çukurova” isimli resim, onun bu dönem resimlerinin de simgesi oldu. Daha sonraki yıllar, Çukurova resimlerinden başka yollara açıldı, başka alanlara saptı ise de oralardaki pamuk yığınlarından ve bereketli topraklarından, o uzaklardan ilk izleyicilerine o uzaklardan seslendi. Çukurova’yı yurdun insanıyla buluşturdu. Çukurova genişledi, yol oldu, gök oldu, bulutlardan çadırlara, telli alanlara, geleceğe giden bir yol oldu. Yörenin sarı sıcağını ışıkla kaynaştırdı, sıcak buharlaşarak gökyüzüne doğru uzandı. Çocukluğundan kalan Çukurova imgesi ona çağrışım yoluyla, esin yoluyla, kişisel duygularını, iç dünyasını ifade etme imkanını sağladı.

Kuşkusuz her imgenin temelinde bir görme biçimi saklıdır. Bu imgeler sanatçının kendi bilinçdışından tuvaline aktardığı, seçtiği, tasarladığı görüntülerdir. Bu görüntüler bir ressamın tuvalinde yer alırken artık Çukurova doğasının nesnel bir görüntüsü olmaktan çıkarlar, Ekrem Kahraman’ın düş dünyasından tuvaline aktarılan imgelere dönüşürler. Böylece bilinçdışından gelen her imge tuvalde sanatçıya özgü bir Çukurova imgesine dönüşmüş olur. Dolayısıyla çıkış noktasının gerçeklikten alan sanatçı Çukurova’nın ayrıntıları üzerinden kurulu bir fantastik manzara (peyzaj) resmi yaratmış olur.

Sanat eserinde mekân sanatçının tinsel dünyasının bir dışavurumudur. Sanat ve mekân ilişkisi birbiri içinde yer alan ve birbirini içinde barındıran kavramlar olarak ele alınır. Deneyimlerimiz, gördüklerimiz, işittiklerimiz, yaşadıklarımız bellekte kaydedilir.  Sanatçılar bellekte kaydedilen ve varlığını devam ettirmeyen mekânların aktarımını sanat aracılığıyla gerçekleştirirler. Dolayısıyla mekân ve sanat birbirlerini biçimlendiren ve anlamlandıran, birbiri ile bütünleşen iki kavramdır. Bellekte kaydedilmiş olan sonsuz imgeler sanat yoluyla ifade edilmiş olur.

Ekrem Kahraman daha önce içinde yaşadığı, deneyimlediği ve belleğinde iz bırakan Çukurova’yı sanat nesnesi olarak tuvalinde yeniden inşa eder. İçinde doğduğu, çocukluğunu yaşadığı Çukurova bir deneyim olmanın yanı sıra tüm deneyimlerinin ve anıların da mekanına dönüşür. Çukurova onun kültürel izlerini, değerler dünyasını taşımaktadır. Bu bakımdan Çukurova onun kendi ile özdeşleştiği mekandır. Orada varlık olmuş, büyümüş, gelişmiş, biçimlenmiş ve kişilik kazanmıştır. Onunla ilgili her şeyi kuşatmakta, anlamlandırmaktadır. Çukurova Ekrem Kahraman’ın ilk dönem resimlerinde anahtar kavram olarak karşımıza bu yönüyle çıkar.

Çukurova onun gerçekliğinde, onun düşlerinde, rüyalarında nerede olursa olsun öncelikle zihninde oluşmuştur. Çukurova daha sonra farklı yöntemlerle ve farklı durumlarla sanatçının karşısına çıkar ve bu durumlara göre Çukurova farklı anları ifade edecektir. Bu anlamlar imgelere, imgeler düşünceye dönüşür. Sanatçı bu imgeler yoluyla gerçeği yeniden üretir. Ekrem Kahraman imgesel olarak algıladığı Çukurova’yı imgeleminde yeniden kurgular ve bu imgesel Çukurova tamamen öznel bir süzgeçten geçmiş olur. Böylece ortaya çıkan yeni yaratım yeni imgelerle sanat yapıtına aktarılmış olur.

Jacques Lacan’a göre çocuk kendini aynada gördüğü an annesinden bağımsız bir varlık olduğunu kavramaya başlar. Bu nedenle ayna, insan bilincinin oluşumunda ilk simgesel aşamadır. Ayna özdeşlemenin ve kendi kendini temsil etmesinin açıklayıcısı olan bir nesne konumundadır. Lacan’ın ayna evresine göre bebeğin imgesel evrede aynada gördüğü kendi yansımasıyla birlikte bir ben imgesi ortaya çıkar. Bu benlik imgesi bebeğin beden imgesinden oluşmaktadır. Yani bebek aynadaki yansıması üzerine sanal bir benlik imgesi kurar. Simgesel evrede ise bebeğin imgesel evrede oluşturduğu benlik imgesi yıkılır. Bebek bu dönemde dış dünyadaki ötekilerle ilişki kurmaya başlaması üzerine imgesel evrede kurduğu benliğin ötesine geçer.  Bu açıdan Çukurova Ekrem Kahraman’ın kendini temsil etmesinin bir nesnesine dönüşmüştür.

Platon dünyayı bir yansımalar dünyası olarak tanımlar. Bu dünyaya ait bir gerçekliğin resmini yapan ressama, resmettiği nesnenin gerçeklik değil bir yansıma olduğunu söyler. Bu görüşe göre resim yansımanın yansımasıdır. Bu durumda ressamın tuvalde yansıttığı resim gerçekliğin değil yansımanın yansıdığı yüzeydir. Gerçeklik, yansıma, ayna ve tuval resmi 20. yy’a kadar “gerçekliğin yansıdığı bir ayna” olarak görülmüştür. (Görüntü- Mekân ilişkisinde İmge, Zekiye Budak)

Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğünde imgeyi; “dış dünyadaki nesnelerin zihinsel resim, kopya ya da tasarımı; gerçek ya da gerçekdışı bir şey ya da olgunun zihindeki tasarımı; var olan şeylerin, zihinde olan sureti; resimsel niteliği olan tasarım, zihnin duyusal bir niteliği; ya da dış dünyada var olan bir şeyin kopyasını, duyusal uyaranların yokluğundan meydana getirmesinin süreci olan zihinsel nesne olarak açıklamaktadır.” Cevizci, 2000, s.503).

Locke ise imgeyi, “fiziksel algıyla oluşan bir duyumun zihinde yeniden üretimi” olarak tanımlamaktadır). Sanatçı, Locke’un tanımıyla var olan bir şeyi imgelemde kurarak yeniden üretildiğinde, o şeye yeni bir gerçeklik kazandırmış olur. (Mitchell, 1986)

Ekrem Kahraman’ın Çukurova resimlerine dönersek, bu ilk dönem resimlerinde Çukurova görüntüsü Çukurova’nın ressam tarafından hafızada depolanmış deneyim tortularının yeniden oluşturulmuş biçimidir. Çukurova bir gerçek olarak vardır. Ressam bu gerçeği kendi zihninde gördüğü biçimiyle tuvaline aktarmıştır. Ekrem Kahraman Çukurova’nın kendisini değil, Çukurova’nın zihnindeki görüntüsünü görmüş bu görüntüyü sanatsal bir değişime uğratarak tuvaline kendi Çukurova gerçeği olarak yansıtmıştır.

Bachelard, “Mekânın Poetikası” adlı kitabında, mekânları hayallerin başlangıç noktası olarak görür. Çünkü geçirilen zamanlar, anılar bu mekânlar sayesinde, mekânların içinde bulunmaktadır. Ona göre “yalnız anılarımız değil, unuttuklarımız da bir yerlerde barınmıştır.” (Bachelard, 2017) Bu görüşü şöyle örnekleyebiliriz. Çocukluğumuzda yaşamış olduğumuz bir mekâna uzun bir süre sonra gittiğimizde, eski anılarımızın zihnimizde eskisi kadar canlı olduğunu görmek bizi şaşırtır.  Yaşadığımız tüm anıları yeniden hatırlar yeniden hayal etme şansı yakalar hayallerimizi tamamlamış oluruz.

Ressam Charles Lapicque, (1898-1988) “Örneğin ırmağın Auteuil’den geçişini resmediyorsam, yaptığım resmin bana, ırmağın gördüğüm gerçek akışı kadar beklenmedik şeyler vermesini (bunlar başka türeden bile olsa) beklerim. Zaten geçmişten kalmış bir manzaranın tıpatıp aynısını yapmak, bir an için bile söz konusu olamaz” diyerek, sanatçının mekânı gördüğü gibi değil kendi hayal gücüne göre yeniden yarattığını ifade etmiştir. Ressam Lapicque’ın resimlerini inceleyen Jean Lescure da sanatçıyı şöyle yorumlamıştır: “Sanatçı, yaşadığı gibi yaratmaz, yarattığı gibi yaşar.” (Bachelard, 2017, s. 25)

Richard Leppert temsilin doğasını ve görevini işleyerek anlamın imgelere nasıl eklemlendiğini ve görselliğin modernliğin tarihinde ne gibi roller oynadığını tartışır.  İmge ve temsil, temsil ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamıştır: “İmgeler bize asıl dünyayı değil, dünyalardan bir dünya gösterir. Gösterilen şeyler değil, bunların temsilleridir imgeler.” (Leppert, 2009, s.16)

Ekrem Kahraman zihninde koruduğu Çukurova imgesini yeniden yorumlayarak bize sunmuştur. Çukurova’yı hayallerinin başlangıç noktası olarak orada geçirilen zamanın, anıların ifadesi olarak tuvaline aktarmıştır.  Zihnindeki Çukurova imgesini bir sanat formuna dönüştürmüş, izleyiciye yeni bir Çukurova algısı ve gerçekliği sunmuş, zihninin en derin katmanlarındaki içgüdüsel imgelerini somutlaştırmıştır.

Bizi derinden etkileme gücüne sahip bu görünmez imgelere Ekrem Kahraman’ın görünür biçimler vermiş olması onun benzersiz yeteneğinin dışavurumudur. Bir eser, sanatçının o eseri oluşturan değerlerle, o esere yüklediği anlamlarla değer kazanır.  Bir sanat eserinin değeri bize anlattıklarıyla, bizim farkındalığımıza yeni boyutlar katmasıyla ölçülür. Sanat da bir sanatçının yorumlarını eserine aktarması ve kendini yeniden yaratması değil midir?

Raşel Rakella Asal

Nisan 2024

 

 

Kaynakça

Adem VAROL, Eda Balaban VAROL, Sanat aracılığıyla mekan deneyiminin aktarımı üzerine bir inceleme:Do Ho Suh, Sanat&Tasarım Dergisi, 12 (2), 2022

Gaston BACHELARD, “Mekânın Poetikası”, (Çev: Alp Tümertekin), İstanbul, İthaki Yayınları. 2008

Richard LEPPERT, “Sanatta Anlamın Görüntüsü- İmgelerin Toplumsal İşlevi”, (Çev: İsmail Türkmen), İstanbul, Ayrıntı Yayınları 2009.

Nilay Özsavaş Uluçay, Sanatın Mekânı ve Mekânın Sanatı, DOI: 10.7816/idil-06-36-07 idil, 2017, Cilt 6, Sayı 36, Volume 6, Issue 362245

Zekiye Budak, Görüntü – Mekân ilişkisinde İmge, Yüksek Lisans Sanat Çalışması Raporu Ankara, 2018

https://acikerisim.hacettepe.edu.tr:8443/server/api/core/bitstreams/27bcb35e-9f22-45f1-882e-9e1c0351e3af/content