Emre Toğrul, Eşyanın Tabiatı

Yine bir bilimsel toplantının dönüşünde, gözüm yolun çizgilerine yapışık,

Derin düşüncenin beni çeken girdabında esir, zihnim durmuyor.

Titanyum, seramik, kemiğin eklemin yerini ne tutarı, suni eklemi konuşmuşuz.

Tamam düşüncede kabul de, maddemizin yerini bile tutan bu malzemelerin,

Aynı zamanda bir ruhu olduğunu hep gözden mi kaçırıyoruz acaba?

Bu dünya yüzeyinde, canlılar olarak, birçok cansızla beraber yaşıyoruz.

Taş, çakıl, plastik, kum, kumaş, odun ve binlercesiyle,

Onlara malzeme, eşya , yapı ne dersek diyelim en az canlılar kadar,

En az bizi oluşturan canlı madde kadar, hayatımıza hükmediyorlar.

Yekpare gibi görünüp, yekpare olduğu hissini verse de,

Aslında bütünü oluşturan pek çok farklı varlıktan meydana gelen,

Hemen hemen hiçbiri çıplak gözle görünmeyen, her biri bir öncekinden küçük,

Öncekinin içine tam oturan, ‘’Matruşka’’ misali iç içe geçmiş pek çok yapıdan oluşan,

Malzemesi mebzul, karmaşık kimliğini veren hiyerarşik bir mimari o eşya dediğimiz.

Tıpkı bizi ve tüm canlıları oluşturan, kimliğimizi veren hücreler misali bir iç yapı gibi.

Ama bizi insan, canlıyı canlı yapan yalnızca fiziksel yapımız değil Emre hocam?

Bizim içimizde maddi olmayan bir dünya da var,

Zihinlerimiz, algılarımız, hissettiklerimiz, kısacası ruhumuzu atlıyorsun diyeceksiniz.

Eşyaların, malzemelerin, yapıların, o şeylerin ruhu yok ki??? Diyeceksiniz.

Sahi, var mı yoksa yahu!!!

O taparcasına sevdiğimiz kolye, eski arabamız, avludaki çeşme, Çeşme’deki ev,

Ya o anneden kalma sedefli vazo, çekmecedeki silah, yastık altındaki ne zıkkımsa,

Onların ruhu yok da , biz onlara ruhen karşılıksız mı bağlanıyoruz.

İtiraf edin, o rahat koltuğu, ahşap sandalyeden daha çok seviyorsunuz,

Ama koltuğu da deri kanepeyle her an aldatabilirsiniz, yanılıyor muyum?

Haydi bugün kendinizi salıverin, küçük bir itiraf istiyorum,

Bazı malzemelerin, eşyaların sizin için önemi dünyadaki canlılık kadar önemli,

Yalnızca işlevden ibaret olmayan, estetik, kültürel ve sosyal bir ruhla,

İdeamızın bir göstergesi, kimliğimizin bir kısmı olmuşlar,

Hatta zihin dediğimiz sonsuz boşlukta kapladıkları yere inanamazsınız.

Son tahlilde diyebilirim ki, yaşamdaki en ölçekli ifadelerimiz onlar…

●●●●○○○○●●●●

Eşyalar; dört yanımızda bulunmalarına karşın, pek belli etmezler kendilerini,

Üstelik biz onları giydirip süsleyip, kendimize göre dövüp, şekille yorumlamazsak,

Renkleri, farkları, şekilleri de hani öyle ayırd edilecek kadar bariz de değildir.

Ama insanı insana ‘’ yanında bir eşya kadar değerim yok’’ dedirtecek kadar,

Yaşamın taa içine yerleşip ruhumuzun ayarı olacak kadar,

Belki dimağımızı ağzına kadar dolduracak kapasiteleriyle eşyanın da tabiatı var.

Paslanmaz çelik, mucize köpük, zarif porselen, sağlam beton, baştan çıkarıcı banknotlar,

Ölümsüz plastik, envai çeşit boyalar, pürüzsüz ipek, görünmez cam, kesilmez elmas.

Onca kumaş, onca yapı, dağ taş, odun ahşap ruhsuz, sadece madde de, biz mi ruhaniyiz.

Öyle olsa, testi taştan korkmazdı der yüce Mevlana.

Bugün, tüm gün, sağlıksız dediğimiz insan ekleminin, kemiğinin yerini tutması için,

Saatlerce canlı vücutla cansız materyalin nasıl geçinip bize hareket verebileceğini tartıştığımız,

Uzun saatler boyunca anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız biyomateryallerin,

İşli kapı kolunun, ceviz iskemlenin, o kıyamadığımız beyaz örtünün, nazar boncuğunun,

Ruhsuz ve salt maddeden ibaret olduğunu düşündüğümüz su götürmez bir gerçek.

Artık insan ve hayvanların vücut parçalarının yerini alan, hayatımızı tümden kaplayan,

Teknoloji sayesinde insana benzer düşünce, hareket ve iş üreten cansız yapıtaşı yığıntılarının,

Sandığımız kadar ruhsuz olmadığını anladığımızda, belki ‘’kendini bil’’yeni boyut kazanacak.

Eşyanın tabiatının ne olduğunu bilemeyecek ilkellikteki atalarımızca bile içselleştirilip,

Tarih boyunca hep bağ kurup, onları işlerken iç yapılarını da değiştirdiklerini anladıklarında,

Her seferinde daha gelişkin hale gelirken, bu döngüde cansızın ruhu yok diyebilirmiyiz.

Toprağı bol olsun, Cenap Şahabettin Ustanın, inceden o döngüdeki ruha yaptığı atıf gibi;

‘’Kundak, bir gün öleceklerin sarıldığı kefen,

Kefen bir gün doğacakların sarıldığı kundak’’ olmasın dostlar…