Bu yılbaşı yine yollardayız, Londra
Bu kez büyük oğluma ayrılan beş gün.
Hasret giderilecek, sohbet edilecek, gelmiş geçmiş ve gelecek şöyle bir karıştırılacak.
Her defasında sanki hep beraberiz gibi planlar yapılacak.
Sanki hiç kavuşamayacağız gibi dertlenilecek.
Sohbet o denli koyu, bilgi alışverişi o denli derin ki kayboluyoruz zamanda.
Ben Adanadan bakıyorum dünyaya, o Londradan.
Aynı genetik zemine oturan, farklı ama girift zaman dilimleri arasında iki bakış.
Üstelik arada deli bir sevgi var, depdeli
Bu sefer o anlatsın ben dinleyeyim diyorum.
Pink Floyd’un Animals albümüne kapak olmuş Battersea Power Station’un renove edilmiş efsane bacaları önünde yudumluyoruz kahveleri,
Adana ile Londrayı karşılaştırıyoruz,
Kah çekiştirerek, kah felsefi, kah mavrayla karışık.
Birçok yeni nesil Türk genci gibi, neden böyle bir dünya metropolünde yaşamanın ardına düştüğünden demleniyor sohbet.
“Baba” diyor, beni canevimden vurmak için;
Londra ve Adana, iki farklı şehir olmasına rağmen, aynı zamanda iki farklı filozofun perspektiflerine de benziyor.
Londra öncelikle Arthur Schopenhauer’un”tüm varlık, birbirine bağlı” fikrini yansıtır diyor.
Bu şehir, dünya ülkelerinin birçoğunun bir arada bulunduğu bir yer ve insanların farklı kültürlerden, dillerden ve inançlardan olmalarına rağmen, bir arada yaşamalarını sağlıyor.
Ancak daha fazla fırsat sunan bir şehir olmasına rağmen, aynı zamanda insanların birbirleriyle rekabet etmelerine de neden oluyor
Bu sefer de Schopenhauer’in “tüm varlık, birbirine karşıt” fikrini yansıtıyor.
Nietzsche’den bakarsak sevgili babacığım diyor, nihayetinde “üst benlik” kavramı devreye girer biliyorsun.
İnsanın kendi potansiyelini keşfettiği ve bu potansiyeli gerçekleştirdiği zaman, daha yüksek bir benlik durumuna ulaştığını bana sen öğrettin.
Bu durum, insanın düşüncelerini, davranışlarını ve yaşamını daha yüksek bir seviyede yönetme yeteneği kazanma fırsatıdır.l
Dolayısıyla bizim kuşak gençlerinin bu çok kültürlü rekabet ortamında, “geleneklerin bağımlılığından” özgürleşmiş bir vasatta olmayı istemesi yadırganmamalı diyor.
Evladından öğrenme olgunluğu da yaşamımın başka bir boyutu olmalı..
#*#*#*#
Hava kararırken, soğuk artıyor ama sohbet ritmini asla yitirmiyor.
Oğlumla derin sohbetimize arkadaşı Xinyi’de eşlik ediyor.
O da Çin’den buraya benzer bir geliş yapmış ve o da benimsemiş herşeyi.
Sorun geleneklerin bağımlılığı, fırsatların eşitsizliği ve sınırlılığı,
Özgürleşemeyen potansiyel, inanç ve yerel kültürün insanın kendini ifadesini kısıtlaması mı diye soruyorum?
Bunca dünya gencinin ülkelerini bırakıp buralara yerleşme çabasına teşni olan ne?
Oğlum arkadaşına bakıp soruyu bir kez de İngilizce soruyor.
İkisinin yüzünde aynı müstehzi gülümseme;
“Nietzsce’ye dönersek babacığım”yaratıcı sürtüşme” diyebiliriz buna diyor.
“Yani geleneklerin, kültürlerin, fikirlerin mutaasıp sürtüşmesi yerine, insanların bedenen düşman olması yerine,
Daha hür ruhlu, yaratıcı ve değişebilir gerçeğe ayarlı bir sürtüşme” diyor.
“Non amor fati”
İnsanın kaderini sevmemesi ve benimsememesi bu” diyor.
Köyünden kasabasına, kasabasından şehre,
Şehrinden metropole, ülkeden ülkeye,
Bir başka yerden Adanaya, Adanadan Londraya uzanan hikayeleri kısa ikilemelerle özetliyor gençler:
Varlıkların biribirine bağlılığı ve karşıtlığıı
Üst benlik arayışı
Geleneklerin kısıtlayıcı bağımlılığı
Yaratıcı sürtüşme
Ve son nokta “insanın kaderine karşı çıkışı”
Sonu olmayan bir eğitim bu hayat
Öğrendikçe bildiğim azalıyor dostlar…
#*#*#*#
Battersea Power Station’u kapak yapan Pink Floyd’un albümü kulağımda,
Thames nehri kıyıdındaki uzun riverside yolunda yürüyoruz gençlerle.
İki şehir kıyaslamasındaki felsefi açılımı kenara bıraktığımız her an,
Adananın hayatımızı şekillendiren dayanılmaz cazibesine kapılıveriyoruz hemen.
Üst benliği, potansiyelimizi ve kendini ifade özgürlüğünü ararken mutluluğun tarifini, aidiyetin güvenini ve genlerimize işlemiş kalıpları gözardı edemiyoruz.
Schopenauer’in “dünyanın irade ve tasavvur olarak algılanışındaki” ifadesiyle,
Her yaşam alanının insanların kendi potansiyellerini gerçekleştirme fırsatları sunduğuna ve bu fırsatları değerlendirmenin sadece bireylerin sorumluluğuda olduğuna karar veriyoruz.
Sonra Nietzsche’ye dönüyor ve insanın üst benlikle kendini aşması misyonunun sadece kendi varlığına özgü olmadığı gerçeğine,
Geçmişten şimdiki zamana kültürel yaratı olarak intikal edip yaşayan herşeye,
Saygı duyabilme hiçliğine bırakıveriyoruz kendimizi
“Felix qui potuit rerum cognoscere causas” diyorum..