Yeri geldi mi, Adanalılar arasında bir özdeyiş heceleyerek söylenir: Ya-şa-ya-şa-gör-te-ma-şa…
Bazen tanık olduğum bir durum bana tuhaf geliyor. Tuhaf, rahatsız edici, fazla ya da benzer bir şeyler… Neredeyse her defasında, içinde bulunduğum çaresiz kabulleniş nedeniyle ya yanağıma yapay bir gülücük kondurarak, ya kem küm ederek geçiştirmeye çalışıyorum; bunlar, insanın aklına bir kez girerse bi daha çıkmayan şeyler, unutmadığınız şeyler. Çünkü anlatmak için gayret sarfetmem, doğru sözcükler bulmam gereken bu durumlar dışardan seyreden insan için çok komik fakat aynı anda ne çok gülmek istediğinizi rol yaparak gizlemek zorundasınız. Çileye bakın!
Neyse ki hepimiz, zamanı geldiğinde iyi aktörlere taş çıkartırız.
Amerikalı bir arkadaşımın İstanbul’da yaşadığı bir olayı hatırlıyorum. Sekiz dokuz yaşlarındaki bir çocuğa İngilizce ders vermeye evlerine giderdi. Dediğine göre ev, muhteşem bir yalıydı. Kapıda güvenlikler, evde geniş bir personel, her şey olması gerektiği gibi. Böyle bir şeye bir öğretmen olsa olsa çok sevinir. İşin bedeli de cömertçe ödenir. Arkadaşım bunları anlatmaya başlayınca, e güzel dedim. Bilmiyorum dedi. Bir güldü. Ortada funny bir durum var dedi. Nedir o sana komik gelen şey, nelerine gülüyorsun diye sorunca, yok dedi, bu funny başka funny, biz aynı sözcüğü hem komik hem de tuhaf anlamına kullanırız. Hadi bakalım, konu ısınmaya başladı. Çok entellektüel ve çok zarif bir kadın olan arkadaşım anlatmaya başladı. Okul çıkışları ve hafta sonu, haftada üç kez gidiyormuş. Her gittiğinde, ders başladıktan bir süre sonra anne, yanında iki mutfak görevlisiyle yanlarına geliyormuş. Paşamız bugün ne yemek ister?
Paşa ne demek diye sordu. Ben hiçbir şeyi kısa anlatmayı beceremediğimden paşa çayını bile anlatarak ayrıntılı bir Türkçe deyimler dersi de vermiş oldum sohbetimiz sırasında. Neyse, paşa ne istediğini söylermiş. On dakika içinde istediği ne ise o geliyormuş. Arkadaşım bu duruma çok şaşırmış. Nasıl, ne isterse, on dakikada? Bir üç beş. Nihayet anneye sormuş, bunu nasıl başarıyorsunuz(!)? Efendim, durum şöyleymiş. Paşanın çok sevdiği dört yemek varmış; köfte, patates kızartması, mantı, yaprak dolması. Paşanın canı bunlardan birini, bazen ikisini çekermiş. Ne zaman ne isteyeceği bilinemediği için mutfak personeli her gün dördünden birini isteme durumuna hazır olacak şekilde çalışırlarmış. Arkadaşım annenin yüzünde ‘bak biz neler çekiyoruz?’ ve ‘bak ben neleri başarıyorum?’ ifadesini aynı anda gördüğünü söylemişti; bunu kaşını kaldırarak kafasını yan yan sallamasından ve aynı anda gözlerinde şimşek şimşek pırıldayan bir ışıltıdan anlamış.
Dördüncü sınıfa giden bir çocuğa ders anlatıyorum. Bir süre sonra sıkıldı. I-Phone’unu eline aldı, ders ne zaman bitecek, şoförüme haber vereceğim dedi. Çocuk köpeğim, kedim dese, öğretmenim dese kulağıma hoş gelecek şey şoförüm deyince bana tuhaf gelmişti. Elinizin altında ortak sıfata sahip iki zıt davranış biçimi varsa, bir sınıfa yönelik önyargı kalmıyor. Çok zengin oldukları herkesçe bilinen bir başka öğrencim, bizim evde akşam yemeğine önce bir gün önceden kalan yemek gelir, herkese paylaştırılır, sonra o günün yemeği gelir. Babam da annem de bu konuda hiç taviz vermezler demişti. Onu da şoför getirirdi ama o, öğrencimin Coşkun abisiydi.
Bir de başka bir kızımız vardı. On üç yaşlarında, güzeller güzeli bir kız. Önceleri bana geliyordu. Her gelişinde elinde iki çeşit kremalı, birkaç çeşit kuru pasta, en meşhur pastaneden. Dolap her gün pasta doluyordu, arkadaşlarıma gelin, biz bunları bitiremiyoruz diyordum. Ben kızınıza çift kaşarlı tost yaparım, kurabiye yaparım diyordum. Çok tatlı, çok sıcak annesi, olsun, yersiniz diyordu, yine eli kolu paketlerle dolu geliyordu. Tuhaf bir durumdu. Kötüyüm vallaha. Ne kadar ayıp ayrıca. Bir süre sonra anne, sizden bir şey rica edeceğim dedi, lütfen siz bize gelin. Ve yeni bir temaşa başladı. Ben eve vardığımda emektarları orta yaşlı bir kadın kapıyı açıyordu. Siz geçin kızım, az sonra gelirler diyerek beni salona alıyordu. Ana kız, bazen de hep yeni bir abla, geliyorlardı. Öpücükler. Ellerinde şık kağıttan paketler, çok ünlü bir mağazanın adı, o zamanın en ünlü ikisinden biri. Sekiz on tane giysi. Bir kez değil, iki kez değil, üç kez değil, her defasında akıl almaz, hesap yapılmaz bir çılgınlıkla alışveriş yapıyorlardı. Dolaplarında etiketi çıkarılmamış, ne zaman alındığı unutulmuş kim bilir ne çok şey için onları çok güldüren hikayeler anlatıyorlardı. ‘Palyaçosuz bir komedi.’*
Tuhaf, rahatsız edici, fazla ya da benzer bir şeyler işte; günlük hayatın içinden şöyle bir geçmiş olaylar içimde erik kurusu gibi kalmış. Bu ne demek derseniz, Adanalılar, içlerinde burukluk, acı ya da öfke bırakan bir olayı unutamadıklarını ‘içinde erik kurusu kalmış,’ diyerek ifade ederler. Kendime soru sormuştum. Bu nasıl bir dünya demiştim. Nasıl bir dünya? Öğretmen arkadaşlarım, daha bir yıl öncesine kadar birlikte çalıştığım iş arkadaşlarım o yıl çalıştıkları özel okuldan en son üç aylıklarını alamamışlardı. Mahkemeler açılmıştı. Patron ‘bu kutsal mesleğe mensup çalışma arkadaşlarından biraz fedakarlık bekliyordu.’ Bir yıl önce ben de çalışırken yılbaşı günü eve maaşsız dönmüştük. Derdini kime anlatacaksın? Kim anlayacak? Nasıl gülümseyeceksin? Nasıl hiçbir şey yokmuş gibi davranacaksın? Davranıyorduk, ya da derdimizi sadece bizi anlayacağını düşündüklerimize anlatıyorduk.
Sonra bir adam çıktı ve bir film yaptı.
21 Mayıs 2019’da Cannes’da Altın Palmiye. Palme d’Or alan ilk Güney Kore filmi. Ve Blue is the Warmest Color filminden (2013) bu yana oy birliğiyle ödülü alan tek film. Jüride istisnasız herkes bu filme oy vermiş.
2020’de Oscar En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Yönetmen.
Parasite.
Güney Koreli yönetmen Boog Joon-ho’nun yaptığı film, En İyi Film Oscar’ını alan ‘yabancı dildeki ilk film’ olma özelliğini taşıyor; İngilizce olmayan bir dil. Bir de 2012’de Oscar’ı üç dalda alan The Artist adlı Fransız filmi vardı ama onda konuşma yok. Bu nedenle Parasite ilk kabul ediliyor. Yönetmen Boog Joon-ho senaryoyu Han Jin-won ile birlikte yazmış.
Sinemadan çıktıktan sonra daha önce deneyimlediğim bu tuhaf durumlar üzerine bir hayale dalmış, gülümserken yakaladım kendimi. Yanıma Amerikalı arkadaşımı alsaydım, birkaç öğretmen arkadaş daha, hep birlikte Kumkapı’da bir meyhaneye gitseydik. Birer duble rakı içseydik. Ben hemen yan masalarla konuşurum; tesadüf bu ya, yan masada oturan ünlü bir yönetmene rastlasaydık. Biz öğretmeniz deseydik, okul, özel ders, öyle işte. Konu konuyu açsaydı. Yönetmen kafasında uzun zamandır düşündüğü bir projeden bahsetseydi; asıl amacım kapitalizmi anlatmak ama bunu aynı mekana taşıyacağım iki zıt kutupla gündelik hayatın pek de önemsenmeyen basit ama içinde tuhaflık barındıran bir konusuyla yapmak istiyorum deseydi. Özel ders sırasında rastladığımız tuhaf bir durum var esasında deyip işte bunları anlatsaydık, yalnız bunlar komedi, acaba işinize yarar mı deseydik. Sonra o dahil hepimiz kahkahalarla gülseydik, rakıları tokuştursaydık… Boog Joon-ho kalbimizi okumuş.
The Guardian’da (31 Ocak 2020) Steve Rose’un yazısında okudum: yönetmen, ilk gençlik yıllarında o sıralardaki sevgilisinin önayak olmasıyla ders vermek üzere çok zengin bir ailenin evine gitmiş. ‘Palyaçosuz bir komedi, kötü adamsız bir dram.’* olarak tanımladığı filme o evdeki deneyimi ilham vermiş.
Ey esin perisi, hiç öyle hafife alınacak bir şey değilsin. Ne kadar duygulu, ne kadar güzelsin.
Saniye Akay Demirel
[email protected]