Küçük İskender’inki hazır cevapları olan bir şiir değildi. Tersine, kumaşı sağlam her şiir gibi sorularıyla geliyordu hayatımıza. Ya da biz de onun gibi yeni sorularımız olmadan hayatla ilişki kuramıyorduk. Buydu İskender’le beni/bizi bulaştıran. Çıktı sokaklara, çıktı dünyaya, hayat neyse onu yazdı onu konuştu küçük İskender. 55 yaşında veda eden küçük İskender’in ardından…
Cumhuriyet
Kitap’a yaptığımız söyleşide İskender, “Genç arkadaşlarımla ya da senin
gibi dostlarımla bir araya geldiğim zaman şiirden çok söz etmeyiz.
Hayat neyse onu konuşuruz” diyordu. Aşağı yukarı bir yıl önce. Bir yıl
boyunca bu cümle defalarca aklıma düştü. Çok tekrarladım içimden: Hayat neyse, onu konuşuruz!
Hayatına
hiçbir şeyi şiirden geçirmeden sokmamış birisi, ancak bu kadar sade ama
sarsıcı bir cümle kurabilirdi. Bu nedenle son bir yıl içinde her
hatırlayışımda, bu cümle bana daha sade ama daha sarsıcı gelmeye
başladı. Aslında bir-iki yıl öncesi de var ama o artık edebiyat
tarihçilerinin işi. Ben şimdi geriye, 34 yıl öncesine dönüyorum.
İlk kez 1985 yılında Yazko Edebiyat’ta küçük İskender’le karşılaştığımda, ben de enikonu dört yıl önce ilk şiiri, iki yıl öncesinde de ilk kitabı yayımlanmış bir şairdim. küçük İskender, her ay birden fazla şiiriyle beni şaşırtan, gelecek ay ne yazacak merakını uyandıran bir şair olmuştu. Onun da çok sevdiği futboldan bir deyimdir: Sahada, basmadık yer bırakmıyordu. Çok koşuyor (evet, çok) yazıyordu. Sevdiğim, ilgiyle okuduğum birçok şaire yaptığım şeyi ona da yapmıştım. “Ne gerek var” diye üstünü çizdiğim dizeler bile fiyakalıydı. Öncesiz bir şair değildi, beslendiği, etkilendiği şairleri görebiliyordum ama hiçbirine indirgenemeyecek
kadar, kendi dilini çok erken kurmuş bir şairle hemhal olmaktaydım.
Yazının devamını okumak için tıklayın