Oğlum Bana Bir Yüzük Yaptıracan / Saniye Akay Demirel

Babamın babası Terliksiz Köyü’nden. Adana’dan Karataş’a doğru giderken on altıncı kilometrede, sağda. Çocukluğumuzda Karataş’a giderken bir kez alıp hiç değiştirmediğimiz beyaz Renault’un içinden ellerimiz havada, ‘Heyyyy! Bizim köyyyy!’ diye el sallardık. 

Ben köyü, tarlaları, meyve ağaçlarını, bir kenardan biten ay çiçeklerini, köydeki büyükdededen kalma evi, avlusunu, bir ağaca dayanmış ahşap merdiveni, beyaz plastik masa ve sandalyeleri, tulumbayı, elinin her an suya yakın olmasını, ailenin gelin ya da kızlarının ikram ettiği kahve ve meyveleri fakat en çok bizleri görünce gözlerinin içi gülen Bekir Amca’yı oldum olası çok severim. Bekir Amca’nın bir özelliği var: gözleri gülünce yüzüne ışık vuruyor. Bizim oralarda bir söz var; gün karası mı, gön karası mı? Siz zaten anlamışsınızdır da yerel olduğu için ben yine de açayım; güneşten mi karardın, yoksa tenin mi esmer? Biz bunu sorarken, kafamızı sağa sola sallayıp, burnumuzu ekşitip gülerek sorarız. Bekir Amca hem gün karası, hem gön karası. Gön, pamuğa girip güneşi alınca kara yağız bir Adana çiftçisi çıkıyor ortaya ve gülen gözleri o sırada nasıl bir şey yapıyorsa; yüzene bir Rembrandt tablosu gibi ışık vuruyor. Sarılır yanaklarımdan öper. Uzun uzun gözlerime bakar. Yüzüme. Sessiz. Başını sallar. Ve çok sevecen. 

Çok küçükken, ama o anı hatırladığım kadar da aklım başımdayken neneme- eltisine- ziyarete gelmişti annesi Emine Nene. Küçücük gülen bir yüz, başında yağlık, eller kınalı. Kapı da hep açık olurdu ama artık o gün nasılsa ben karşılamışım neneyi. ‘Söyle bakalım, ben kimim?’ diye sordu. ‘Bizlerden birisin ama adını unuttum.’ dedim de Allahhh bunlar beni bir makaraya aldılar, adım bizlerden birine çıkmıştı. 

Dedemin annesine Güllü Hatın denirmiş. Beyaz tenli, mavi gözlüymüş ve gök mavisi gözlerini dedeme, Erip ve rahmetli Yücel amcalarıma vermiş. Tatlı diliyle müderris bir babanın kızı olan nenemi isterken, mavi gözü ve yakışıklılığıyla övünüp ‘benim oğlum buraların Mustaâ Kemal’idir,’ diye giriş yapacak kadar akıllı, hükümlü, sözü geçen bir kadınmış. Oymaklı (Eşekçi Köyü) Köyü’nden, Bozdoğan Aşireti’ndenmiş. Emiroğlu ve Emiral soyadlı kişiler akrabalarıymış. Dedemin babası Bekir Ağa. Ama az önce bahsettiğim yüzüne ışık vuran değil; onun dedesi. Bu evlilikten iki çocuk doğmuş. Vallahi hayret! Şimdilerde ideal, eskilerde çok çok ileri bir karar ama karar mı bilemem. Belki doğup, kaybedilenler olmuştur. Hayatta kalanlar dedem Apdullah ve ağabeyi Osman’mış. Osman Amca’yı görmedim, ben doğana kadar o kendi bahçesine çekilmiş. Ama şunu biliyorum; amcasının kızı Emine Hatın’la yaptığı evliliğinden yedi çocuğu var. İkinci evliliğini Fatma Hatın ile yapmış, eş zamanlı, ondan da çocukları var. Emine’den çocukları Esat, Nedim, Mehmet Fuat, Hasan Tahsin, Cahide (Jale), Bekir ve Düriye. Düriye’nin yaş sırası daha önce ama sona yazdım. Çünkü çok hoş bir hikayesi var. Düriye Hatın Çimeli Köyü’ne gelin gitmiş. Aman bir ağlamışlar, bir ağlamışlar kız gurbete gitti diye. Açıp neti bakın; köyler karşı karşıya. Aradan bir yol geçiyor. 

Geçmiş tatlı günler… 

Fatma Hatın ve Osman amcamızdan Zeki, Muazzez, Türkan ve Avukat İsmet’i doğmuş. 
İşte benim Terliksiz Köyü’nden akrabalarım. Ben onlar kimle evlenmiş, çocukların adı nedir, hepsini bilirim. Hepsi ‘bizlerden biri.’

Fakat asıl hikaye dedemin anası Güllü Hatın’dan geldi belleğime. Çok hükümlüymüş dedim ya; oğluna şöyle şöyle şeyler söylermiş: 

‘Aptullah, bana bir yüzük yaptıracan.’ 

Dedem hemen yaptırırmış, nasıl istiyorsa öyle. 

Cumartesi sabah kalktım. Hem dışardaki hem ruhtaki hava güzel. Oğlum Ziya’ya telefon açtım. Hep meşgul, işi gücü çoktur; sağ olsun.

‘Oğlum,’ dedim, ‘beni bugün pazara götürecen.’ 

Nasıl ama? Mecbur, peki anne dedi. On beş kilo domates aldım. İşte sonuç. 

Ölenlerin ruhu şâd olsun, yaşayanlara uzun ömür.