Şehir Söner Biz Yanarız/ Pavyon Öyküleri /Süreyya Köle

Kitapla ilgili en çok merak edilen konu bu sanırım. Çok kere soruldu. Görünen o ki daha da sorulacak. Bu defa biraz daha ayrıntılı yanıtlayım isterseniz.

İşin başında, görünürde, basit bir meraktı aslında. Yazmayla da ilgisi olan, bir grup kadın arkadaşımla Adana’ya gezmeye gitmiştik. Geç saatte yemekten çıkmış, kaldığımız otele doğru yürüyorduk. Kentin en işlek caddelerinden biri olan Atatürk Caddesi üzerinde bir pavyona rastladık. Ankara’ya taşınmadan önce, 28 yıl yaşadığım Adana’da, bir kez olsun pavyona gitmeyi düşünmemiş olan ben, birden pavyona gitmeyi teklif ettim arkadaşlarıma. Teklifim, şakayla karışık, çok da ciddiyet içermeyen bir yerden algılandı. Bu duruma, pavyonun kapısına dikilmiş, tuhaf bakışlı, ürkütücü görünümlü adamın yaydığı olumsuz enerji de eklenince hevesim kursağımda kaldı.

Bir gün sonra Adana’da son gecemizdi. Gün boyu, gidemediğimiz pavyondaydı aklım. Atatürk Caddesi’nin de içinde yer aldığı Kurtuluş Mahallesi kentin en güvenilir semtlerindendi benim için. Bu, pavyonun güvenirliliği açısından da bir referans oluşturuyordu. Semt sakinlerine rağmen kötü bir şey yaşanması mümkün değildi. Ayrıca semtin “pavyon ihtiyacını” nitelikli (!) bir yerden karşılamak için de açılmış olabilirdi bu mekân, kim bilir?

Bu kez, çok daha kararlı bir şekilde konuştum, “Ben pavyona gidiyorum, gelmek isteyen gelir.” Akşam saatleriydi. Yayıncı bir dostumuz tarafından çok güzel sofrada ağırlanmış, otelimize dönüyorduk yine. Otelin önünde taksiden indiğimizde, elimde değil, ayaklarım Atatürk Caddesi’ne sürüklüyordu beni. Nasıl bir enerji oluştu o anda bilemiyorum, arkadaşlarımın sesi mısır gibi patlamaya başlamıştı art arda: “Tamam!” “Tamam, gidelim!” “Ben de geliyorum, tamam!”

O anda değilse ne zamandı, değil mi ya?

Kapıdaki adamı psikolojik olarak aşarsak gerisi kolaydı. “Aileler de girebiliyor mu?” dedim, yüzüme anlamsız bakan adama. “Evet, evet,” dedi coşkulu. Yetmedi, “Biz yazarız da, mekânı görüp pavyon öyküleri yazacağız,” dedim. Kafamın hızlı çalışmasıyla tanınırım da bu kadarı da fazlaydı doğrusu. Bir garson göründü aynı anda, pavyona inen merdivenlerin başında. “Buyurun,” dedi. Ona da tekrarladım. “Biz yazarız. Ankara’dan geliyoruz. Pavyon öyküleri yazacağız.”

Yalnızca, acı haber değilmiş hızla yayılan. Önde garson, arkasında biz mekâna girdiğimizde, herkes Ankara’dan geldiğimizi ve yazıyor olduğumuzu öğrenmişti. Sanırım, konsomatrisler dışında. Onlar yüzlerinde anlamlı bir gülümseme, “Bura sizi aşar be kızım,” bakışı ile süzüyorlardı bizi. Haklılardı.

Garsona sormadan edemedim, peşi sıra giderken, “Hesap konusunda kafa koparmıyorsunuzdur umarım.” Gülümsedi garson, “Olur mu abla, te Ankaralardan kalkıp gelmişsiniz,” dedi.

Girdiğimiz loş mekânda kırmızı renk hâkimdi. Masalara birer ikişer dağılmış konsomatrisler gelmek üzere olan müşterilerini bekliyorlardı. Bizim için özel olarak kurgulanmış bir oyununun içine düşmüştük sanki. Sahnedeki kadın şarkıcı, özel bir şarkı isteğimizin olup olmadığını soruyor; beden diliyle “hoş geldiniz”  diyen patron, masamıza ikram olarak meyve yolluyor; konsomatrisleri erkek müşterilerle bir araya getiren “şef”, ortalıkta, bir arının saldırısına uğramışçasına koşturuyordu.

Kadınlardan biri, çağrıldığı masaya ağır adımlarla yanaştı. Kırmızı deri kaplı koltuğa oturmadı da ucuna ilişiverdi. Adamla arasında bir kişi daha sığar ölçüde mesafe bıraktı. Öncesinde, neredeyse parmaklarının ucuyla sıktı müşterisinin elini. Her şey ne kadar ölçülü (!) ne kadar da yolundaydı öyle?

Pavyondan çıkarken neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda bir kafa karışıklığı yaşıyorduk. Pavyonlar öyle dendiği gibi çok da kötü yerler değildi hani. Nazik beylere eşlik eden bakımlı hanımlar diyarı… Kitabı o dakikada yazsak, okurun karşısına pavyon güzellemesiyle çıkardık muhakkak.

İşin rengi, konuyu “Yazı Tamircisi Atölye”ye taşıdığımızda değişti elbette. Pavyona girerken gösterdiğimiz -dayanaksız ama olabilirliği mümkün- gerekçeyi yaşama geçirme kararımız, bizi konu üzerine okuma, araştırma yapmaya yöneltti. İzlediğimiz belgeseller, okuduğumuz söyleşiler ve hatta akademik makaleler, gösterdi ki payvonlar çok tekin yerler olmadığı gibi, kadınların fiziksel ve psikolojik ağır sömürüye maruz kalması da cabası.

Pavyona birlikte gittiğimiz atölye katılımcısı arkadaşlarımla, sonbahardan yaza, sıkı bir çalışma programı uyguladık. Serbest konulu öykülerin dışında, içlerinden birini seçmek üzere, çok sayıda pavyon öyküsü yazdık. Çalışmamıza, atölye dışından yazar dostlarımız da destek verdi öyküleriyle. h2o Kitap’ın sahibi Özcan Özen de “Kitabınızı ben basarım,” deyince, iş zamanla ete kemiğe bürünmüş oldu.

Kitabın başına koyduğunuz söyleşi gerçekten çok çarpıcı, içeriden birisiyle böylesi açık bir sohbet gerçekleştirmek hiç kolay olmamıştır eminim. Zaten siz de bunun kolay olmadığını anlatmışsınız.

İzmirli Burcu’yla buluşmak çok da kolay olmadı benim için, evet. Burcu’dan, yapamayacağı bir şey istedim çünkü. Bir öykü kitabı hazırlanıyordu ve ben istiyordum ki Burcu da bizim için bir pavyon öyküsü yazsın. Oysa Burcu akıllı bir kadın, “Söyleşi yapalım,” dedi.  Bir öykü kitabında söyleşinin ne işi vardı? Duraksadım. Her nasılsa, pavyonda yaşadığı bir aşkı yazabileceğini söyledi, konuşma ilerleyince. Harika! İkna edebilmiştim demek ki. Aradan günler geçti. Bir gece, sabaha karşı gelen mesaj bildirim sesine açtım gözümü. Mesaj Burcu’dandı. Söz ettiği aşkı yazmaya çalışmış, sonuna şu notu eklemişti: “Görüyorsun işte, olmuyor, ben yazar değilim. İstiyorsan ben anlatırım, sen yazarsın.”

Tamam, bu da olurdu. Sözleştik Burcu’yla. Bir gün iş çıkışı, sabaha karşı, doğrudan bana gelecek ve anlatacaktı o büyük aşkını. Sonuç? Çorbacıda bekleyen pavyon müşterisi ne ise, ben oldum mu o? Yok, Burcu söz verdiği halde gelmedi. Acayip canım sıkıldı. Burcu defteri o dakikada kapandı benim için.

Bu arada atölyede öyküler yazılmaya devam ediyor, dışarıdan öyküler geliyordu. Bu kurmaca sağanağının altında, Burcu’nun bedel ödenmiş yaşamını düşünmeye başladım bir yerden sonra. Bu kadar kurmaca yetmemiş, Burcu’ya diyordum ki “Hadi, sen de bir şeyler uydur bizim için.” Bu isteğimin ne kadar tuzu kuruluk içerdiğini fark ettim bir anda. “Gerçek” bir hazine gibi, gözümün önünde duruyorken ne istiyordum Burcu’dan ben?

Aylar sonra “Söyleşi yapalım, tamam,” diye mesaj attım Burcu’ya. “Olur.” yazdı. Anlaştık, söyleşi yapmak için bir araya gelecektik.  Umarım verdiği sözü tutacaktı bu kez. Ama bir sorun vardı, Burcu’nun anlattıkları kitaptaki öykülerin tamamını sıkıntıya sokabilir, yaşamın gerçekliği, edebiyatın sahiciliği karşısında galip gelebilirdi. O noktada okurun kafasında nasıl bir denge oluştu bilmiyorum ama, Burcu’nun söyleşisi çok sevildi, evet…

https://www.idefix.com/Kitap/Sehir-Soner-Biz-Yanariz-Pavyon-Oykuleri/Edebiyat/Roman/Turkiye-Roman/urunno=0001916415001?gclid=Cj0KCQiAmKiQBhClARIsAKtSj-lCk19uQQgbmOjoSX11QXUxlyNTcHGX64swPXarCLEeH75xy9BoxSwaAuuiEALw_wcB&gclsrc=aw.ds