Fransızların yaşam biçimlerini, dünyaya yaklaşımlarını pek sevmem. Yayılmacı politikalarını ve cinsel etik anlayışlarını her zaman abartılı bulmuşumdur. Ama nedense Fransız Sineması hep cazip gelmiştir bana…
70’li yıllardan bu yana düşlerime renk katar; o, göreceli filmlerin absürt finalleri. İnsanı yıldırırcasına durağan geçen onca melankolik sahneden sonra, dondurulmuş son karenin üzerindeki bitiş jeneriği… Ve aradığı düğümü bulamayan sinema izleyicisinin hayal kırıklığı içerisinde koltuklarından isteksiz kalkışı, beni hep duygulandırmıştır. Senaryodan çok yönetmenin ağırlığı ve oyuncuların yüzündeki hüzünlü ifadeyle etkileşime geçen bu yapımlar, şu anki ruh halimin önemli bir bölümünü inşa etmiştir.
Jean-Paul Belmondo, Yves Montand, Mirella Darch, Alain Delon, Jean Louis Trignant, Annie Girardot, Catherine Deneuve ve daha niceleri… Fransız filmlerinin derin acılarıyla biçimlenen maskeler olmuşlardır.
İsimlerini hatırlayamayacağım yüzlerce filmin, hayatımdan, ruhuma dokunarak geçerken bıraktığı acımtırak izler, bundan böyle de yerini korumaya devam edecektir… Ve sonramda oluşacak her duygu seli, akışında, bu filmlerden birkaç damla barındıracaktır… Elbette bundan önce olduğu gibi!
…
Yağmurlu bir gecenin tadıyla klavyemin tuşlarında gezinen parmaklarım, bilgisayar ekranına ne gibi renkler sürüp sizlere ulaştıracak; şu an için bilemiyorum. Aslını
ararsanız, bu yazının sonunu ben de merak ediyorum! Bukalemun gibi bir ruh haliyle başladığım bu deneme bittiğinde, hangi tablonun dokusunda saklanacak, hangi adı alacak?.. Ve ardımda bıraktığım ömrümün hangi kesiti bu yazıya imza bırakacak?.. Gerçekten bilemiyorum!
…
İri gövdeli, geniş yanaklı; her hücresine yağ, gaz ve entrika istiflenmiş yüz yetmiş kiloluk şişman adam, sanırım Fransız filmlerinin dramatik sahneleriyle pek bütünleşemezdi…
Dengesiz hareketleriyle içine girdiği her ortama huzursuzluk saçan, çok kısa boylu, koca popolu, kaypak yüzlü kadın, kendisine hiç yakışmayan kot pantolonuyla, sanırım bu tür filmlerde rol alamazdı…
Hiç kapanmayan çenesiyle yalanlar savuran ve girdiği her düşüncede güvensizlik yaratan oynak yüzlü kadın da, iftira sakızıyla, bu filmlerin durağan sahneleriyle
örtüşemezdi…
Yüreğinde taşıdığı sırıtkan biçimli maskeleri, yaşamının her karesinde yüzüne taşıyan uzun boylu zayıf adamınsa bu hikâyede hiçbir yeri yoktu… Sarışın, esmer veya kumral, duygusal açlıklarını doyurmak için başkalarının soluğu üzerine senaryolar yazıp oyunlar kuran ve bunu etkinleştirmek için yürek kirlerini döken hiçbir bukalemun, bu beyazperdeyi karartmamalıydı.
…
Aslını ararsanız bu yazı, yağmurlu bir gecenin tadına yakışmadı.
Romantizmin tüm ögelerini değerlendiren Fransız filmleri, daha duygusal ve dingin satırları hak ediyordu. Ve düşüncelerimi ziyaret eden bukalemunlar yazımın rengini değiştiriverdi.
…
Dışarıdan gelen kuş sesleri, saçları beyaza boyanan günün habercisi oldu… Bir gece daha film gibi bitti…
Bu senaryonun düğümünü siz atın…
Ve asla yağmurlu bir romantizmin pembe perdesinikapatmayın.