Yılmaz Güney’siz 32 yıl…

Yılmaz Güney (asıl adı Yılmaz Pütün)  aramızdan ayrılalı tam 32 yıl oldu. 32 yıl önce onu Fransa’da (9 Eylül 1984-Paris)  doğduğu topraklardan uzakta yitirmiştik. 12 Eylül darbesinin yasaklılarından ve vatandaşlıktan çıkarıldığı için Paris’te toprağa verildi. Ama o hep doğduğu toprakların insanlarının taht kurduğu gönlünde yaşadı, ölümsüzleşti. O bu toprakların yüce gönüllü “Çirkin Kral”ı.

Yılmaz Güney’in yapıtlarnda karşımıza büyük bir halk sevgisi çıkıyor. Geldiği yeri unutmayan ve arkasız, kimsesiz insanların sesi oldu sinemada. O halkın çıkarının olmadığı, halk dalkavukluğu yapmadığı ama özellikle Orhan Kemal romanlarında yer alan sıradan insanların öyküsünün anlatılmadığı hiçbir yapımda yer almadığı, geniş yığınların sesi olmayan hiçbir ürün ortaya koymadığı görülüyor. Yazdığı senaryolar, yönettiği ve oynadığı filmlerde halkının sözcüsü oldu. Onların dili, gözü oldu, yeri geldi yumruğu olup alnın ortasına vurdu sömürünün yapıtları aracılığıyla.

O, bu yolun çetin bir yol olduğunu biliyor, “Bizim toplumsal mücadeleye verdiğimiz emeğin karşılığını, kısa bir dönem sonunda alabilmemiz söz konusu değildir” diye belirtiyor, Fatoş Güney’e yazdığı bir mektubunda (Selimiye Mektupları, s.11)

RÜYALARINI BİLE SİNEMA VE EDEBİYAT SÜSLEDİ

Yılmaz Güney, sinemamızın yüz akı. Sinemamıza yeni bir yön veren sinemacı, yazar, aktör, Adana’nın Yenice köyünde 1 Nisan 1937’de yoksul bir ailenin yedinci çocuğu olarak doğduğu yıllardan başlayarak hep rüyalarını bile sinemanın ve edebiyatın büyülü dünyası süsledi. O yıllarda Kemal ve And Film bölge temsilciliklerinde çalıştı. Adana’da, yıllar önce onu tanıyanlarla konuştuğumda da bu gerçeğin altını çizdiler. Lise yıllarında edebiyat alanında belli savları olan birisiydi. Liseyi bitirdiği sıralarda arkadaşlarıyla Püren ve Doruk adlı dergileri çıkardı.

Ankara’daki üniversite öğrenimini yarıda bırakıp İstanbul’da sürdürmek istedi, ama asıl amaç edebiyat ve sinema idi. Yeni Ufuklar ve  On Üç dergilerinde öyküleri yayımlandı. Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik adlı öyküsü nedeniyle kovuşturmaya uğradı.
Yılmaz Güney sineması hiçbir zaman edebiyattan uzağa düşmedi. Onun için öykü ile iletisini sunamadığı günlerde sinemaya, o da olmasa romana yöneldiği görülüyor. “Selimiye Mektupları”nda Fatoş Güney’e anlattıklarından edebiyat ve sinema ilişkisini görüyoruz, “Boynu Bükük Ölenler” in (1972 Orhan Kemal Roman Ödülü) romanını sinemada da “Umut”la yazan Yılmaz Güney.

BU VATANIN ÇOCUKLARI’NDAN YOL’A

Yılmaz Güney ilk kez Atıf Yılmaz’ın Bu Vatanın Çocukları (1959) filminde kamera karşısına geçti. Bu filminde ve Alageyik’te sadece oyuncu değil, senaryo yazarı olarak katkıların görüyoruz. Karacaoğlan’ın Karasevdası filminde, Atıf Yılmaz’ın yardımcılığını yaptı. 1968’de Seyithan onun ilk reji denemesi yaptığı film oldu. Bir Çirkin Adam’la 1970’te Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi 1. Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında ödül kazandı. 1971 yılında üç filmi birden (Ağıt, Acı ve Umutsuzlar) Adana Altın Koza Film şenliğinde dereceye girdi.

Umut filmiyle Grenoble Film Şenliğinde Büyük Jüri Özel Ödülü’nü aldı. Türk Sinema Derneğinin 1971-1972 yılları en iyi 10 film sıralamasında “En İyi Film” seçilen Ağıt adlı filmi 1972’de  Venedik’te ülkemizi temsil eden ilk film olma özelliğini taşıyor.
Yetmişli yılların sürek avından Yılmaz Güney de payına düşeni aldı. 17 Mart 1972’de yakalanarak tutukevine konuldu.
1974 affıyla salıverildikten sonra Arkadaş oldu halkının Endişe’leriyle. Arkadaş, bugün de sinemamızın en önemli filmleri arasında sayılıyor. Endişe’yi çekerken dört duvar arasında buldu kendini halkına onuru kadar düşkün Yılmaz Güney, Nâzım’ın dediği gibi “yarin gül yanağını kimseyle paylaşamazdı sadece” için. Olaya tanıklık eden  Yönetmen Ali Özgentürk, Yılmaz Güney’in Yumurtalık Savcısı Sefa Mutlu’yu eşine küfrettiği için öldürdüğünü belirtiyor. Endişe (1975 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ödülü) filmini tamamlayamadı ve özgürlüğü elinden alınarak tutuklandı.

12 Eylül 1980 darbesini ve sonrasında yaşananları içeriden dikkatle izliyordu. “Askeri faşist 12 Eylül darbesinden sonra, ülkemizde yaşananlar çok yönlü değerlendirilmelidir” (N. Behram, Y. Güney’le Yasaklı Yıllar, s.100) görüşünü taşıyordu. Birçok önemli filminin (Sürü (1979’da Sutherland Trophy ödülünü kazandı), Düşman ve Yol çalışmalarını yaptı, bu yıllarda. Hatta Duvar filmiyle ilgili kimi görüşlerinin de tutukluluk günlerinde ortaya çıktığı görülüyor.

Sinemamızın dönüm noktalarından biri olarak görülen ve 1982’de Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın Kayıp’ıyla  (The Missing) ödülünü paylaşan Yol’un senaryosunu kısaca Nihat Behram’a anlatıyor ve filmin nasıl gerçekleştirileceği konusunu enine boyuna açıklıyordu. Bu arada aynı yılın ocak ayında özel izinle dışarı çıkacaktı. Arkadaşıyla paylaştığına göre, bir filmde oynama olasılığından da söz ediyor. Yol adlı filmlerinde olduğu gibi bir daha tutukevine dönmedi. Önce Antalya’ya geldi oradan da Yunanistan’ın Meis Adası ve ver elini Fransa…

Yılmaz Güney, 1984 yılı eylülünde Paris’te sürgündeyken ülkesinin özlemiyle sonsuzluğa uğurlandı. O, 100’den fazla filmde oynadı, 50 filmin senaryosunu yazdı, 24 filmi kendisi yönetti, 6 filmin de senaryosuna katkıda bulundu, Oyuncu, senarist, yapımcı ve yönetmen olarak on yedi ödül sahibidir.

Yılmaz Güney, filmleri, romanı, senaryoları ve öykü kitaplarıyla dahası devrimci kişiliğiyle halkının gönlünün en güzel yerinde yaşıyor.

www.evrensel.net