Postmodern Ölümsüzlük – Emre Toğrul

Emre Toğrul

Enerjinin korunumu kanunu der ki;

Biz bu dünyadan fiziken gittiğimizde,

Bileşenlerimize, elementlere döneceğiz,

Doğanın bir parçası olup, sonsuza dek kalacağız.

Yani yok olmayıp, bizi oluşturan en küçük parçalar,

Hatta canlı olmayan parçalar halinde varlık sürecek.

Of ! Metaforun güzelliğine, cazibesine bak…

Yaşamı sevmekle ilgili düşünceye dalmışım dostlar,

Yine yollardayım, bir uzaklara gidiş anı, nefis bir içe çekiliş.

Hastalarımı göreceğim, yenileriyle tanışacağım.

Hepsi de benim gibi yaşamı seviyor, yaşama sarılmak istiyor.

Savaş ve Barış’ın sonunda Leo Tolstoy kahramanı Pierre’e:

“Yaşam yüce Tanrı’nın ta kendisidir, yaşamı sevmek onu sevmektir”.

Dedirtir ve ortak yaşam ülküsüne, insaniyete katkı sunar.

O halde, bizi yaşamı sevmekten ve ona sarılmak düşüncesinden uzak tutan,

En önemli iki şeyi nasıl halletmemiz gerekir, biz ona bakalım.

Yani fiziken hastalığı ve fiziken ölümü.

İbni Sina’nın deyişiyle soralım veyahutta;

“ Biz üçümüz, sen, ben ve hastalık,

Hangi tarafı tutarsan, o taraf kazanacaktır.

Nasıl kazanacağız, hayatı ve temsil ettiği kutsal görevi dostlar?

#§@§@#

Sonlu yada sonsuz olmakla ilgili bir takıntı bizimki,

O çok sevdiğimiz, hastası olduğumuz yaşamda bizim ayakbağımız.

Tarif et desen; sonsuzluğu burada tarif etmem zor.

Zira tarif etmek bile sonsuzluğa sınır koyan bir davranış.

Biz de tüm canlılar gibi sonluyuz, en azından fiziksel olarak.

Mekanlarda boyut olarak, kapladığımız zaman dilimi olarak.

Ama bu sınır zaman ve mekanla kısıtlı kalsa yine seveceğiz yaşamı.

Zira sonluluğumuz, sınırlılığımız sadece bunlarla kalmıyor.

Neler yaptığımızda, bildiğimizle, hastalıklarımızla, bilincimizle de,

Sınırlıyız.

Hep daha büyük bir şeyin parçası olmaya çalışan,

Hep daha koşulsuz ve sınırsız bir şeyin var olduğunu varsayan,

Ve bu tarif edilen sonsuzluk içinde

Sınırlı, zamanlı ve kısıtlı yaşayan olmak bizim en büyük ikilemimiz.

Peki nasıl halledeceğiz bu sonsuz alemde yaşayıp ta,

Sonlu olma ikilemini, her yönüyle sınırlı olma handikapını?

Sonlu olan herşey, başka birşeyle karşılık içinde dostlarım,

Mutlak karşılık içindelik sayesinde oluşuyor zaten o devam,

Bitenin, değişen şekilin karşılığını farkedebilmek zaten yaşamı sevdiren.

Hele yaşam içindeki sonluluk pratiklerinde kavrayınca insan bunu,

Sonsuzluğun nasıl oluştuğunu anlayıveriyor.

Parçası olduğu sonsuzluğu, hayatı severek idrak ediyor…

#§@§#

Sevgili dostlarım, işte bugün de böyle bir beyin jimnastiği sizlere;

Ben dediğimiz o “sonlu küçük gerçeklik yığını” var ya, işte onun,

Diğer herşeyle etkileşirken ortaya çıkan yaşam denen kısıtlı süresi,

Kendi içindeki bitiş ve başlangıçlarla, cevanken kocamakla,

Sağlıklıyken hastalanmakta, gitmelerle gelmelerle sürüp gidiyor.

Felsefenin işi zaten iyi bir yaşamın koşul haritasını çıkarmaktır.

İki şeye işaret eder büyük felsefe ustaları, bu bağlamda;

İlki sonsuzluk içindeki sonluluğu idrak etmek ve pozitif kabul,

İkincisi ise kontrolün elimizde olmadığı bir kırılgan tesadüf maruziyeti.

Filozofların sürekli bileşenlerini, alt yapılarını anlattığı hayat,

Temsil ettiği yüce varlık adına sevilmesi gereken hayat,

Bu kırılgan tesadüfler içindeki sonlulukla uzlaşınca güzelleşir.

Er yada geç hepimiz, hayatın ne denli kısıtlı ve sonlu olduğunu,

Tamamen özerk olamayan, bağımlı ama kendine yeten yaratılmışlar olduğumuzu,

Bizi varolmaya götüren bir sürü koşula bağlı anlıyoruz.

Tolstoy’un dediği gibi sonsuz kozmozda bize verilen yaşamı sevebilmemiz,

Çoğu bizim yaptığımız şeylerin sonucu olmayan bir dünyada,

Değer bulmamızla ilgili alçakgönüllü bir uzlaşı.

“Sonlu küçük gerçeklik yığını” olarak tabir edilen bizler,

Yaşamı severek yaşamak adına, değer bulmak adına,

Kiminle uzlaşıyoruz dostlar?

Tabii ki kendimizle.

Tamamen rasyonel düşünmeyi öğrenmeden önce şekillenmiş,

Yani bizden önce biçimlendirilip yönlendirilmiş zihinlerimizle,

Kuramsal düşüncelerimizi, kim olduğumuzu, nasıl yaşatmamız gerektiğini,

Bize sorgulatan, yeri gelince dikte eden zihinlerimizle uzlaşıyoruz.

Dedik ya, sonsuzluk içinde sonlu olmaya öyle takmışız ki,

Çoğumuz, kendimizi asıl kısıtlayanı, sınırlayanı tanımıyoruz bile…