Adana Nerededir? / Mimar Ali Özler

İstanbul’da lisedeyken, İngilizce öğretmenimiz derste “Anadolu’yu bilen var mı?” diye sordu ve gözlerimin içine baktı. Adana’dan İstanbul’a giderken, Çukurova’dan çıkıp Torosları aştıktan sonra otomobilin penceresinden gördüğüm kıraç ovalar, kayalık tepeler, düz damlı kerpiç evleriyle harap köyler Anadoluydu, evet, ama onlara dokunmamış, orada yaşamamış, hayatların, adetlerin nasıl olduğunu görmemiştim. Anneannem, teyzem ve halamla hemen hemen her kış tatilimi geçirdiğim, bu coğrafyanın ortasındaki Ankara’yı iyi biliyordum ama öğretmenimizin “Anadolu” derken kastettiğinin bu olmadığını da anlayabiliyordum. Birşeyler söylemek için üzerimde bir baskı oluştuğunun farkında olsam da, bu kadar az gözlemle bilgiçlik taslamak beni rahatsız edecekti. Kolçaklı sandalyemde huzursuzca bir iki kıpırdanıp, kim cevap verecek diye etrafıma bakınmıştım.

Bana yöneltilen sessiz baskının sebebini çok sonra kavrayabildim. Bir çokları gibi öğretmenim için de, İstanbul’un dışı Anadoluydu: İzmit’in önünden veya arkasından geçen bir çizgiden başlayıp, sınırlara kadar uzanan topraklar… O gün sınıfta bir çok kişi belki de benim aldırmazlığıma gizliden kıkırdamış, ya da içinden çıktığım coğrafya hakkında konuşmak istemeyişime anlam verememişti.

Bugün haritaya baktığımda, o zamanki naifliğime az da olsa hak vermiyor değilim. Benim ilkokul atlasımda, Anadolu kahverengi dağlarla çevrilmiş sarı bir platodur. Çukurova ise Anadoluyla Mezopotamya’nın koltuk altına yerleşmiş, etrafı dağlarla çevrili yumurta şeklinde yeşil bir yer. Hem bu farkı hissetmek için haritaya bakmak da gerekmez. Ankara dönüşü, Torosları geçerken iklim değişir. Hava ısınır. Kışsa ışıl ışıl bir güneş, yazsa boğucu sıcak, o yeşil bölgenin nerede başladığını hemen açıklar. İnsanlar da değişir: kıyafetler, davranış, şive… tabii yerel yiyecekler de… İstanbul’dan gelen arkadaşlarım “kültür şoku” yaşadıklarını söylemişlerdir zaman zaman!

Birkaç sene önce iki günlüğüne Halep’e gittiğimizde, bazı şeylerin bize ne kadar çok benzediğini fark ettim. Bizim o çok gurur duyduğumuz “yerel” mutfağımızın aslında muhteşem bir Ortadoğu mutfağının parçası ve hatta onun silik bir kopyası olduğunu gördüm. Halep’te yediğimiz humuslar, çiğ köfteler ağızda eriyor, tatlılar baş döndürüyordu. Bizim Adana’da bayıla bayıla yediğimiz kısır, tabuli’nin fakir köylüler (biz) için bol bulgurla yapılmış kötü bir şekliydi. Muhteşem kapalı çarşısı, cıvıl cıvıl sokakları, rafine hayat tarzı ve durmuş oturmuş kültürü, Halep’i kendi coğrafyasının önemli bir medeniyet merkezi olarak ortaya koyuyordu; tıpkı İstanbul’un geniş bir coğrafyanın gözlerini çevirdiği bir medeniyet merkezi olması gibi. Adana, her iki merkezden de etkilenen bir yerleşim yeriydi – ve her ikisine de biraz uzak.

Mimarlığı ele alalım mesela. Anadolu’da, “Türk Evi” dediğimiz çok zarif bir ev tipi gelişmiştir. Bugün en güzel örnekleri Safranbolu’da kalmış olsa da, Amasya’dan Kula’ya, Güney Balkanlar’a kadar büyük bir alana yayılmıştır. Geniş saçakları, zarif pencereleri, aydınlık cumbaları ve hafif ahşap taşıyıcılarıyla alçak gönüllü ve ağır başlı bir mimaridir bu. Mezopotamya’da ise çok farklı bir ev türü vardır: içe kapalı, avlulu, taş evler. Kalın taş duvarlar ve küçük pencereler içerdekileri güneşten korurken, oymalar ve süslemelere uygun geniş yüzeyler de ortaya çıkarır. Halep, Antakya, Urfa evlerinin avlularındaki hayatın tadına, Diyarbakır, Antep evlerinin işlemelerine, yamaca oturmuş Mardin’in karşıdan görünümüne doyum olmaz.

Şimdi bu iki muhteşem geleneğin kesişme noktasında kalan Adana’da ortaya çıkabilecek mimari sentezi hayal edin… Bu hayali siz kurmak zorundasınız, çünkü geleneksel mimarinin hüküm sürdüğü dönemlerde Adanalılar böyle bir şeyi hayal etmemiş, etseler de uygulamaya koymamışlar. Geleneksel Adana evlerinden günümüze kalanlar çoğunlukla ufak, gösterişsiz, biraz hantal ve hatta özensiz binalardır. Adana’nın yönetici ailesi Ramazanoğulları’nın Büyüksaat’teki 1500’lerden kalma evleri de öyledir, gene Ramazanoğulları’nın nehir kenarındaki 1800’lerden kalma evleri de… İlk evde Bağdat seferi sırasında IV. Murat, ikincisinde de Adana ziyaretinde Atatürk kaldığına göre, her iki ev de zamanına göre şehrin en güzel evleriydiler. Her iki evde de böyle bir sıfatın çağrıştırdığı özen ve yaratıcılık görülmez, sıradan evlerdir.

Adana’nın sıra dışı evleri, aşağı yukarı 1950’lerde ortaya çıkar. Seyhan barajından sulanan tarım arazileriyle büyük bir zenginliğe kavuşan Adanalılar, Jansen’in planladığı modern gelişme bölgesine zümrüt bahçeler içinde büyük, özenli ve ince zevkli evler yaptırdılar. Aynı dönemde Adana apartmanla da tanıştı ama bunlar da, tıpkı evler gibi, ferah, özenli ve zevkli binalardı. Desenli mermerler, renkli mozaikler, el yapımı seramikler, pirinç ve alçı işleri, titiz detaylar ve ince işçilikle kelimenin tam anlamıyla el emeği göz nuru binalardı bunlar. Tabii sadece evler de değil, Sun Sineması, Coca Cola Fabrikası, Ener Tesisleri yüzme havuzu gibi hayatın geçtiği her alanda bu ince zevk ve özeni hissederdik o dönemde.

Yılmaz Güney’in Umut’u çektiği, Yaşar Kemal’in İnce Memet’i yazdığı, Akbank’ın kurulduğu, yüzücülerin üst üste rekor kırıp, futbol takımlarının art arda birinci lige çıktığı dönem de aynı dönemdi. Ekonomi, kültür, spor… her alanda Türkiye’nin önde gelen şehri, hatta belki de itici gücüydü Adana. Cumhuriyetin disipliniyle Mezopotamya’nın enerjisi bir araya gelmişti bir şekilde… Bu dönemde yapılan yüz akı binaların tek tek yıkılıp yok olması, Adana’nın kültürel ve ekonomik alanda bugün yaşadığı çöküşü birebir yansıtıyor. Şehrin o hayvani enerjisi dizginlenemedikçe, Adana kendi kendini yok ediyor.

Bugün düşünüyorum da, bizim kendi çabalarımıza bağlı olarak, Adana ya Anadolu ile Mezopotamya’nın kültürel kavşağında, ya da iki arada bir derede…