Rüyaların Dağları – La cordillera de los sueños

Rüyaların Dağları, Şili sinemasının en önemli isimlerinden birinin, Patricio Guzmán‘ın imzasını taşıyan bir belgesel ve ülke coğrafyasının belirgin unsurlarından yola çıkarak yakın tarihe ışık tutan bir üçlemenin de son parçası. 2012’de tamamladığı Işığa Özlem – Nostalgia de la luz’da Guzmán, ülkesinin kuzeyinde yer alan Atacama çölünden yola çıkarak Pinochet rejiminin işkencesinden sağ kurtulmayı başaran insanların öyküsüne odaklanıyordu. 2015 yılında çektiği Sedef Düğme – El botón de nácar’daysa yönetmen bu kez kamerasını ülkenin güney kıyısına çeviriyor, Şili’nin Pasifik Okyanusu üzerindeki ada parçaları ve burada yaşayan Kawésqar halkının öyküsü üzerinden Pinochet darbesinin okyanusta yok ettiği insanların izlerini sürmeye devam ediyordu. Guzmán’ın son filmi Rüyaların Dağları ise, Şili Andları ya da yerel halkın deyimiyle Cordillera odaklı bir anlatı ortaya koyuyor ve ülkenin yakın tarihine dair tanıklıklıkları bu kez Şili’yi çevreleyen uçsuz bucaksız sıra dağlardan damıtıyor.

11 Eylül 1973’te General Pinochet tarafından gerçekleştirilen darbe sonrasında ülkesinden ayrılmak zorunda kalan bir sinemacı Guzmán. Son 50 yılı, bu darbe sonrasında ülkesinde yaşananlara ışık tutmaya adanmış bir kariyeri var. Politik olarak son derece çetin bir atmosferde çektiği, binbir güçlükle dikta rejiminin elinden kaçırılan ve kurgulanan aktüel görüntülerle bezeli üç bölümlük Şili Savaşı – La batalla de Chile, politik belgesellerin anıtsal örneklerinden biri. Ülkesine yıllarca dönemeyen bir aydın olarak hissettiklerini filmlerine içtenlikle boca eden Guzmán, Rüyaların Dağları’nda da benzeri bir anlatıyı sürdürürken hem bir üçlemenin kapanışını yapıyor hem de ciddi bir özeleştiri vermek suretiyle, çuvaldızı kendisine de batırıyor. Guzmán, başkent Santiago’nun etrafını bir duvar gibi çevreleyen bu devasa sıradağların sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen geniş açılı görüntüleriyle açtığı filminde, ondan alıştığımız üzere kendi dış sesinden Cordillera’ya dair hislerini, Cordillera’nın tanıklık ettiği acıları, coğrafyanın maruz kaldığı kötücül muameleyi, Şili’nin Pinochet devrildikten sonra dahi durmayan, olumsuz yöndeki dönüşümünü odak noktasına alıyor. Bir belgeselci olarak, doğruya ve gerçeğe ulaşmayı, olup biteni belgelemeyi dikta rejiminin mezalimi altında yitip giden bir kuşağa borç bilen bir noktada duruyor Guzman, yer yer bu borca yeteri kadar sadık olamadığını itiraf ettiği Rüyaların Dağları’nda incelikli ve Cordillera kadar sakin bir üslupla bu meselenin de üzerine gidiyor. Kendi dış sesindeki şiirsel anlatımında bahsettiği gibi, bugünün Şili’sindeki modern şehirler yönetmenin kendisini ait hissetmediği bir yapıda artık. Değişmeyen çok az şeyden bazıları, filmini adadığı Atacama Çölü, Okyanus kıyıları ve azametini kaybetmeyen dağlar. Yönetmene göre 1973 sonrasında yaşanan her şey gibi, bir zamanların Şili’si de bu dağların üzerindeki yüzbinlerce çatlağın arasından sızıp, yeryüzünün derinliklerindeki sulara karışmış; unutulmuş. Bu bağlamda dağların tanıklığı kadar, dikta rejimine rağmen kalıp olup bitenlere tanıklık edenler, ülkenin görsel hafızası hâline gelenler büyük önem arzediyor. Bunlardan biri de belgeselin ilerleyen safhalarında karşımıza çıkan bir başka sinemacı Pablo Salas oluyor.

Rüyaların Dağları: Terk Edenler ve Kalanlar

Pablos Salas, gerek darbe öncesindeki hareketli dönemde, gerekse dikta rejiminin en sert yıllarında ve gerekse bugün kamerasıyla sokakta olup bitenleri kaydeden, geçmişte stadyumlarda gerçekleşen toplu gözaltılardan, sokaklarda gerçekleşen kıyıma, en nihayet bugünün sokak eylemlerinde yaşananlara dek binlerce saatlik görüntüyü kaydeden bir hafıza deposu gibi; ki Salas’a göre kaydettiği bu inanılmaz arşiv olup bitenin yüzde beşini bile yansıtmıyor. Daha çok şey kaydedebilmeyi, daha fazla karanlığa ışık tutabilmeyi istediğini belirtiyor. Guzmán, bu noktada Salas’la kendisini kıyaslıyor ve “Biz gittik, ne sebeple olursa olsun kaçtık, ama o kalmayı seçti.” diyerek, bugüne dek yaptıklarından daha fazlasını yapabileceğine dair bir özeleştiri veriyor. Salas’ı yalnız bıraktıklarına dair bir özeleştiri bu. “Daha kalabalık olabilir daha çok şey çekebilirdik.” minvalinde.

Yazının devamını okumak için tıklayın