Yan yana akan iki ırmak

(Bu yazı 9 Eylül 2018 günü burada yayınlandı. Sezai Bey İkinci Yeni’nin hayatta kalan son şairiydi. O da dün Hakkın rahmetine kavuştu. Bu yazı bu yüzden güncel oldu, Allah rahmet eylesin!)

Muhsin Kızılkaya

Harput Kalesi’ne bakan eski bir konakta, bir “kürsübaşı meşkine” diz kırdık geçenlerde. Cızırtılı bir taş plakta nasıl ince ve hüzünlü geliyorsa ses, öyle geliyordu eski zaman türkülerini havalandıran Yalçın Turan’ın sesi bize.

Sonra Harput havaları sustu, sıra geldi şiire.

Cümbüşün teline değen mızrap telden koptuğu an içimiz nasıl titriyorsa, Mehdi Eker’in sesinden usul usul yükselen Sezai Karakoç’un “Mona Rosa”sı öyle titretiyor içimizin tellerini. Sus pus olduk, dört bölümlük uzun, çok uzun şiirin iki bölümü, hem de Şair’in kitabına almadığı ilk yazıldığı biçimiyle (ah keşke akrostişi bozmasaydı Şair, keşke güller hep “Geyve’nin gülleri” kalsaydı!) dökülüyor okuyucunun dudaklarından.

Elleri eşlik ediyor, bir de inceden inceye bir saz…

Herkes şiir okur, ama Mehdi abi okurken şiir ağlar, içindeki musiki dökülür oradakilerin üzerine.

Şiir uzadıkça gökten “Allah kar gibi yağdı” soframıza…https://ebfe16657e2ab9124923c455d206b48f.safeframe.googlesyndication.com/safeframe/1-0-38/html/container.html

Aklım şaştı, kalakaldım orada.

Sonra söz akrostişte adı beliren kadına oradan Şair’in Mülkiye’den sıra arkadaşı Cemal Süreya’ya geldi…

Gece uzadı, şiir melekleri gece boyunca inmedi omuzlarımızdan.

*

Ertesi gün kalktık gittik Sezai Karakoç’ın memleketi Ergani’ye. Bütün yolculuk boyunca Şair’i anlattı bana Mehdi abi.

Yediğim incir ve üzümün bal tadı bile damağımda kalan şiir tadını bastıramadı.

Aklım fikrim hep iki şairin dostluğunda…

Kendimi zor attım İstanbul’a…

Oturdum bu yazıya.

*

Cemal Süreya ile Sezai Karakoç arasında iki yaş fark var. Doğdukları yer Ergani ile Pülümür arasındaki mesafe 233 km… Coğrafya aynı coğrafya, rüzgar aynı şarkıyı söyler iki yerde de…

Karakoç’un baba tarafı “Kafkas ufkundan” gelme, annesi Kürt; “gulan” deyip duruyor Mayıs’a…

Süreya’nın hem annesi hem babası, hem Alevi, hem de Kürt; onu çifte kavurmuşlar.

Karakoç’un payına, parasız yatılı okumak üzere ilkokuldan sonra Maraş’a gitmek düşer. O artık “yeryüzü sürgünü”dür.

Süreya ise altı yaşında Dersim faciası nedeniyle “yurdundan sürgün” edilir, “atılır” “tarih öncesi köpeklerin havladığı” bir yere.

Bilecik ortaokulunu bitirince o da Haydarpaşa Lisesi’ne “parasız yatılı” olarak gider. Yaz tatillerinde herkes evine gider, annesi öldüğü için, üvey annenin zulmüne maruz kalmamak için gidecek yeri yoktur, okulda geçirir yaz tatillerini. (Sürgünlerin yurdu sürgün edildikleri yerdir. Ama üçüncü yılın sonunda Süreya’nın ailesi İstanbul’a gelir gizliden. Bir akşam polis basar evi, hepsini Bilecik’e geri postalar, on bir yaşındadır, “Utanıyorum sürgünlüğümden. Hep gizledim” der. Gizlediği ikinci şey de Kürtlüğüdür. Ölümüne yakın bir zamana kadar gizledi herkesten. Muzaffer Erdost’a göre, “Kürt olduğunu en yakın arkadaşı Sezai Karakoç’a hiç söylememiş.)

https://www.haberturk.com/yazarlar/muhsin-kizilkaya-2291/3255714-yan-yana-akan-iki-irmak