Kibele’nin Üvey Oğlu Küçük İskender / Hüseyin Ferhad

Hüseyin Ferhad
Hüseyin Ferhad

Daha önce yayınladığımız Hüseyin Ferhad’ın Küçük İskender için yazdığı yazısını şairin hatırasına tekrar yayınlıyoruz… (adabul)

Alçakgönüllülük nihayet bir taşra erdemidir, taşralılara özgü duygudur, duyarlıktır.

Peki, neresidir taşra? Dıştır, dışarısıdır, tebeşir dairesinin dışında kalandır. Şairin örneğin Küçük İskender’in, düşünürün örneğin Nermi Uygur’un “gurbet”idir, kendini el saydığı, yabancı saydığı coğrafyadır. Oturduğu, yaşadığı yer (semt, kent) değil.

Alçakgönül-lü ve taşra-lı yapışık tabirlerdir, bir o kadar tortulu, sorunlu. Nermi Uygur “Alçacık Gönül” adlı yazısında (Denemeli Denemesiz, 1999), “büyük kentlere özgü çalım ve gösterişten, sözde görkemden uzak” diye tanımlar taşrayı, taşra yaşamını. Tırnak içinde över, ulular. Tırnak içinde diyorum keza “Gerçi oldukça sık utangaç, hatta boynubükük yüzler, eylemler sergileyebilir taşralı,” demekten de imtina etmez.

Hayır, Nermi Uygur’daki tereddüt doğaldır. İkircim, çekince! Taşra, sahiden “gurbet”idir çünkü.

Çoğu sanatçıda, kalemşorda zerre kadar alçakgönüllülük koydunsa bul. Küçük İskender’de de. O da bilir ‘alçak’ nitelemesinin ‘ödleklik’le, ‘korkaklık’la hiçbir ilgisinin olmadığını. Ama nihayet bir taşra erdemidir ‘o şey’. “Orada, bir köy var uzakta…”

Bir söyleşisinde “Çocukluğum Galatasaray ve Beyoğlu’nda geçti. Çok çeşitliliğin yaşandığı, sürekli hareketin olduğu yerlerde büyüdüm. Bu bana çok şey kazandırdı.” der (Hürriyet Pazar, 27 Mart 2011): “Ailemden ayrılıp tek başına yaşamaya başladığımdan beri de Beyoğlu, Taksim, Cihangir bölgelerinden hiç ayrılmadım. Hani sevgili Ece Ayhan, İstanbul’u o da bir ülke gibi görür ve ‘İstanbul’un başkenti Sirkeci’dir’ der ya, bana göre İstanbul’un başkenti Beyoğlu ve İstiklal Caddesidir.”

Aynı mahalledendir Nermi Uygur’la. 1923 rakımlı Cumhuriyet mahallesinden. Edip Cansever’in,Cemal Süreya’nın, Can Yücel’in, Ece Ayhan’ın da kapı komşusu. Zillerini hiç çalmış mıdır? sanmıyorum. Ateş almaya, tirbuşon istemeye gitmiş midir? Hiç sanmıyorum. Etki bir tercihtir. Yan yana düşme, gelme istenci. Küçük İskender’in komşuluklarını da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Bana göre, o, içine doğduğu şiiri, görece modern şiiri, telif ve çeviri poetik birikimi güncellemekle yetinir. Cemal Süreya’nın, Can Yücel’in sözcük oyunlarını, siyasî esprilerini, Behçet Necatigil’in eksiltmeli, kekeme, çokgen şiir kurma deneylerini özümler, kendinin kılar. Kasıtlı ya da değil; tasnif, kuşak, akım, tereke/gelenek restleşmelerine uzak durur. Gülümsemekle yetinir, demek daha doğru.Meselesi şiir olan, Türkçenin poetik olanaklarını araştıran soy şairlerle dalaşmaktan men eder kendini. ‘Anlatacakları’ vardır zira. Entelijansiyanın görmediği, göremediği, görmezden geldiği “hiçbir caddeye çıkmayan” sokaklara dair öyküleri.


Memet Fuat

Öyküleri vardır, evet, -tanıklıkları değil. Çocukluğu, çevresi, rol modelleri, cinsel çaparızları, iç sıkıntıları, seküler kaygıları, hayal kırıklıkları, politik itirazları. Tanıklık, ehven bir edimdir çünkü. Korkaklığın, konformizmin gam ve pasla çitilenmiş bir şekli. Lügatinde yoktur onun. “Biz”dendir o: Çeteden, şüphelilerden. Sivil itaatsizlerden! Uzak durmak, uzakta durmak, seyirci kalmak; fıtratında yoktur.

Bir anlatıcıdır, Küçük İskender. Bir ifşacı, çığırtkan. Anlatma esrikliği; uçlara, uçurumlara sürükler çoğu zaman onu. Ölçütlerini, değer yargılarını tersyüz eder. Nietzsche’yi gönendirir âdeta, ben’ini, onun insancık’ına, “yerkurdu”na indirger: “Üstüne basılan yerkurdu büzülür. Akıllıcası da budur. Böylelikle yeniden ezilme olasılığını azaltmış olur. Ahlak dilinde bunun adı: boynubüküklüktür.” Veyaüst-insan katına taşır onu, Zerdüşt’e dönüştürür. Bir dirhem hoşgörü, merhamet ara ki bulasın. Hayır, kızmamak gerek Küçük İskender’e. Bir ‘kaos’ kalemşorudur, o; ‘kosmos’unu, tinsel evrenini de bu fayın, fay kuşağının tam üstüne kurar.

Doğrusu ya, onun ‘paramparça’ dünyasında herkesten, bencileyin taşralı haytadan bile ‘bir parça’ vardır. Hiç unutmam, İzmir’de, “Artık Kalbim Yok”u Erhan Doğan’dan ilk duyduğumda –ne acıtıcı, kanatıcı bestedir o–, yekten “üstüne basılan yerkurdu” gibi büzüldümdü:

artık kalbim yok ağladığımda sana
düşündüğümde seni artık kalbim yok
seni anlatırken birilerine, atmıyor kalbim
atmıyor kalbim seni gördüğümde rüyalarımda
istediğin gibi yaptım; artık kalbim yok!
küçük bir velede verdim onu, oyuncak niyetine
fırlattım attım doyursun karnını diye bir sokak köpeğine
suda sektirdim bir kiremit parçası gibi
ve bekledim batmasını
bekledim batmasını yanan bir gemi
nasıl ağlayarak denize dökülürse

istediğin gibi yaptım; artık kalbim yok!

artık kalbim yok baktığımda eski resimlere
özlediğimde seni
arta kalmış bir kalbim yok!
YOK!

Memet Fuat’ın ‘kayırdığı’ iki kalemşordan biridir Küçük İskender, diğeri Hüseyin Ferhad. Hiç değilse 80’li, 90’lı yıllarda, Adam Sanat’ta. Küçük İskender’in mezkûr dergide birbiri ardından yayımlanan ürünleri (şiirden çok, dönemin şiir algısından çok; argoya, pornografiye, arabeske göz kırpan metinleri!) şaşkınlıkla karşılanır izlerçevrede. Karşılanır, o kadar. Keza tüm bu gülüşmelere, dudak bükmelere, yere tükürmelere rağmen fenomen katına çıkar. Başarısını da Dünya Sığmıyor Yüzüme’yle (1988), Erotika’yla (1991) taçlandırır. Memet Fuat’ın bendenizi kayırması ise daha farklıdır. Denilebilirse, devede kulak cinsinden: Söyle Gölgen de Gitsin dâhil, Hayal Ülkesinin Keşfi’yle Hazer İçin Birkaç Sarı Gül’ün hemen bütün şiirlerini art arda yayımlamasından ibaret. Hem de etnik referanslarına, gümrah, iri cüsselerine aldırmadan…

Yazının devamını okumak için tıklayın