Yaşar Kemal Olmasaydı – Semih Gümüş

Yaşar Kemal

Yaşar Kemal’in, “Ben aslında tek bir romanı yazdım” sözü, gerçekten de romanlarını doğru anlatır.

Yaşar Kemal yirmi üç roman yazdı ve anlattığı daha önce benzerleri yazılmamış hikâyeler her zaman ilgiyle, merakla okundu. Roman sanatımızın yarattığı en ünlü kahraman olan İnce Memed’in hikâyesi yaklaşık iki bin sayfa boyunca elden bırakılmadan okunur. Belki bu yüzden Yaşar Kemal’in aslında ne anlattığı çoğu kez gözden kaçırılmıştır. Otuz üç yılda tamamladığı o dört büyük romanını, eşkıyanın uğradığı haksızlık yüzünden ağaya başkaldırıp dağa çıkışını ve ondan sonra yaşadıklarını anlatmak için, yani tasarladığı bir hikâyesi olduğu için yazmadı. Onun asıl sorunu, insanın özünde var olan başkaldırı güdüsünü bütün yönleriyle anlatmaktı.

Yaşar Kemal’i doğru okumak
Dağın Öte Yüzü üçlemesinde (Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu) köylülerin Çukurova’ya pamuk toplamaya gidiş ve dönüş hikâyesini değil, aslında insanın doğaya ve insana karşı direncini anlatır Yaşar Kemal. Onun en önemli üçlemelerinden olan Kimsecik üçlemesinde de (Yağmurcuk Kuşu, Kale Kapısı, Kanın Sesi), babası gözlerinin önünde öldürülen çocuk Mustafa’nın, çevresinin baskılarıyla uyanan intikam alma hikâyesini değil, insanın özündeki korku duygusunu, korku cehennemini açığa çıkarır.

Aslında Yaşar Kemal’in bütün romanlarını doğru okuma biçiminin ne olması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Bu arada dünyada çevrildiği pek çok dilde de bir Doğu anlatıcısı, bir epopeci olarak okunmuştur ki, bunun da, çağdaş dünya edebiyatının bir parçası olan Yaşar Kemal’i yanlış bir okuma biçimi olduğunu belirtebiliriz. Onun yarattığı roman bütünüyle ne Doğu anlatılarına benzer, ne Homeros’unkilere, ne de Batı romanına. Bir bakıma, yoktan var edilmiştir. Peki nereden çıkmıştır, ilahi bir sezgiyle mi gelmiştir oraya? Şaşırtıcı olan şu ki, sözlü edebiyatın, hem de bütüncül olmayan dünyasından, şiirlerinden masallarına, ancak yüzyıllar boyunca yaratılmış olanın izi sürüldüğünde kavranacak birikiminden çağdaş bir anlatı çıkarmıştır Yaşar Kemal. Bir benzeri yoktur.

Yaşar Kemal, çocukluğundan bugünlere süzülüp gelen hikâyelerinin anlatılmaya değer olduğunu biliyordu kuşkusuz. Gelgelelim onun yazmaya başladığı ilk günden beri asıl amacı, o hikâyeler içinden çıkarak insanın evrensel köklerine inmek, insanın özündeki değerleri anlatmaktır. Bunun için de onun romanları, hikâyelerinin çoğu köyde ve köylülerin dünyası içinde geçmesine karşın, köy romanları bağlamında değerlendirilemez.

Bunların üstünde bugün bile duruyorsak, okuma biçimlerimizin niteliğinden kuşku duymak için nedenlerimizin çokluğundandır. Onun bütün romanları için söylediği, “Ben aslında tek bir romanı yazdım” sözü, gerçekten de romanlarını doğru anlatır. Çünkü o, insanın özünden gelen acı, hüzün, sevinç, korku, umut, mutluluk, mutsuzluk, başkaldırı gibi duyguları ve güdüleri anlatmak için binlerce sayfalık büyük romanlar yazdı. Yazdığı romanların daha bin yıl okunacağını söyleyebiliyorsak eğer, bundandır. İnce Memed dörtlemesi ile Akçasazın Ağaları üçlemesi, Çukurova’dan çıkan ve benzer sorunlarla iç içe yaşayan bütün toplumların hayatını anlatan epik romanlarıdır. İçinden çıktığı Çukurova bize sınırlı bir dünya gibi gelirken onun için sınırsız zenginliği olan bir coğrafyadır. Yazdıklarının gücünü bu yaklaşımından alır. Bizim gözümüze görünmez olanları, yıllarca baksak bile göremeyeceğimiz bir zenginlikte anlatır. Ancak böyle anladığımız zaman Yaşar Kemal mucizesini açıklayabiliriz.

Yazamadığı romanı Anavarza ve doğa
Yaşar Kemal, ne yazık ki Akçasazın Ağaları üçlemesinin Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Yusufçuk Yusuf’tan sonraki üçüncüsünü yazamadı. Kendisinden hikâyesini dinlediğim o üçüncü romanın adını Anavarza koymak istiyordu. Öteki bütün romanları gibi, Anavarza’yı da kafasında yazdığını söylerdi ve bu romanına her zaman çok önem verdiğini biliyorum. Öteki romanlarına hiç durmaksızın çalıştığı için, Anavarza’yı kâğıda dökecek zamanı bulamadı. Bir dörtleme olarak tasarladığı Bir Ada Hikâyesi’ni tamamladığında Anavarza’yı yazacağını söylerdi. Onun yazmak dediği, kafasında yazdığını daha sonra elyazısıyla kâğıda geçirmektir. Ve kafasında yazdığı romanla kâğıda geçirdiği arasında da pek fark olmazdı. Yalnızca okur, okur düzeltirdi.

Ben Yaşar Kemal’i her zaman bir mucize olarak gördüm ve ortaya koyduğu büyük yapıtını inanılmaz buldum. Bu büyüklüğün içinde, hele  1950’lerden başlayarak bizim edebiyatımızda yazılmamış ya da pek az yazılmış konuları büyük bir coşkuyla yazması da var.

İlki doğadır. Yazılanları gözümüzün önünden geçirelim, edebiyatımızda doğa, 1950’lerden önce ve hemen o yılların ertesinde neredeyse anlatılmamış gibidir. Oysa Yaşar Kemal daha ilk İnce Memed’den başlayarak doğayı insanla iç içe geçirerek yazdı ve bundan hiç uzaklaşmadı. Bütün romanlarında insanın yanı sıra varlığını hissettiren doğa, bazı romanlarının asıl konusu, sorunu ve kişisidir. Biz Yaşar Kemal’in romanlarını okuduğumuz çocukluk yıllarımızdan bugüne, Toroslar’ın dorukları, Anavarza düşülkesi, çayırların yeşili, susuz toprakların çakırdikenleriyle büyüdük. Yaprağı ağacın tepesinden yere üç sayfada düşürdüğünü okurken doğanın hiç bilmediğimiz zenginliğini onun gibi görmeye çalıştık.

Kuşlar da Gitti adlı küçük romanında İstanbul’da yaşanan değişimi, o olumsuz değişimin kuşları da tüketmeye başladığını anlatır. Gene ağıt yakarak değil, anlattığı her şeyi birçok yönüyle alan romancı tutumuyla. Kuşları tutup haraç mezat satan çocukların içindeki kötücül çocukluklarını, onun nedenlerini de göstererek.

Deniz Küstü de İstanbul üstüne yazılmış bir ağıt gibidir. Menekşe’deki balıkçıları, Marmara’yı, denizin tükenişini, denizle yaşayıp ölmeye yüz tutan doğayı anlattığı Deniz Küstü, İstanbul romanları arasında ilk akla gelenlerdendir. Bütün doğa anlatılarında, insanla aynı hizada duran bir kişiliğe dönüşür doğa, kendi serüvenini yaşar, canlanır, can çekişir.

Yaşar Kemal’de doğa, anlatmakla bitmez. Karıncanın Su İçtiği’nde (ne güzel bir roman adıdır), dağlardan aşağı kırmızı bir sel gibi süzülen ceren sürüleri, iki kutsal nehir arasında başlayan ve bir çöl fırtınası gibi süren savaşı kirp diye durdurup çölü ıssıza keser. Toprağı kızıla boyayan ceren ölülerinin ardından son ceren de savaş alanından çıkana dek süren sessizlik ve mermi yağmuru, bir anda yeniden başlar. Savaşın anlamsızlığını doğanın içinden anlatan bu denli sıradışı bir bölüm okumadım. Yaşar Kemal dünya edebiyatındaki en büyük doğa anlatıcılarından birisidir ve onun romanlarındaki doğa pek az romancıda bulunabilir. Yeterince büyüleyicidir bu da.

Kuşlar da Gitti’de anlattığı çocuklar bile bir başlarına, Yaşar Kemal’in çocukluğun bütün derinliğine işleyen gözlem gücünü gösterir. Çocukların çok erken yaşlarda nasıl düşünüp değiştiklerini anlatmanın güçlüğünden onun için söz etmeyelim. Çünkü çok daha önce Yılanı Öldürseler’de, çocuk Hasan’ın, kan davasına koşullanırken iç dünyasında oluşan sarsıntıları nasıl anlatmışsa, çocuk Mustafa kişiliğinde de bir tek korku duygusunu anlatmak içi iki bin sayfalık Kimsecik üçlemesini yazmıştır.

Romanları yirminci yüzyıl dünya edebiyatının doruklarındadır. En sevdiğim yazarın Yaşar Kemal olduğunu hep söylemişimdir. Bunda bütün büyük yapıtının olağanüstülüğü yanında, onun hiç mi hiç ödün vermeyen entelektüel duruşu ve yakından tanıdıkça hayranlık duyduğum kişiliği de vardır.

İçindeki çocuk saflığı ve iyi yürekli kişiliğiyle, tanıdığım en iyi insanlardandır Yaşar Kemal. Bundan daha önemli ne olabilir.

(Semih Gümüş / Radikal)